Şekil renkleri

Metin renkleri


Bizi Sosyal Medyada Takip Edin

Hudeybiye Anlaşması

7 yıl önce
1.033 izlenme
Favorilerime Ekle
Favorilerimden Çıkar
Lütfen bekleyiniz...
Geniş Ekran Dar Ekran
Reklam 5 saniye sonra kapanacak.
Reklam
Reklamı Geç

Hudeybiye Anlaşması
(Hicret ‘in 6. senesi Zilkade ayı / Milâdî: 628)
Sulh Heyeti: Rıdvan Bîatı, Kureyşlileri fazlasıyla korkutmuştu. Peygamberimizin
üzerlerine yürüyeceği endişesine kapılarak, alelacele sulh teklifinde bulunmak
gayesiyle bir heyet gönderdiler. Heyette şu isimler vardı: Süheyl
b. Amr (başkan), Huveytip b. Abdû’1Uzza ve Mikrez b. Hafs…
Kureyş müşrikleri, üç kişilik bu heyete, “Gidin, Muhammed’le sulh anlaşmasında
bulunun. Fakat bu yıl buradan dönüp gitmek şartıyla!.. Eğer
bu şartı kabul etmezse anlaşmaya yanaşmayın!” direktifini vermişlerdi.
Peygamber Efendimiz, Süheyl’in gelişini, isminin kolaylık ifade etmesinden
dolayı hayra yorarak, sahabîlerine, “Artık, işiniz bir derece kolaylaştı!
Kureyşliler, sulh yapmak istedikleri zaman hep bu adamı gönderirler.”
diye buyurdu. İslâm ve Asrı Saadet tarihinin bir dönüm noktası olan bu musalahanın
adını,lügat, hadîs ve fıkıh âlimleri şeddeli olarak “Hudeybiyye” ve şeddesiz
olarak “Hudeybiye” şeklinde iki türlü okumuşlardır. Hudeybiye,
küçük bir köyün adıdır; bu köyün bu ismi alması da, orada Şecere Mescidi
yanında bulunan bir kuyudan dolayıdır. Hudeybiye köyü ile Medine
arasında dokuz konak, Mekke arasında da bir günlük mesafe vardır
(Tecrid Tercemesi, c. 10, s. 240).
SULH HEYETİ, PEYGAMBERİMİZİN HUZURUNDA
Kureyş elçisi Süheyl b. Artır, Resûlullah’ın huzuruna vardı. Önünde
iki dizinin üzerinde yere çöktü. Peygamber Efendimiz ise, bağdaş kurmuştu.
Müslümanlar da çevresinde oturmuşlardı.
Süheyl b. Amr, uzun uzadıya konuştu, sonra Peygamber Efendimize
sulh teklifinde bulundu. Peygamber Efendimiz, sulh tekliflerini kabul etti.
Bundan sonra, sulh şartlarının müzakeresi yapıldı. Onlarda da anlaşmaya
varıldı. Sıra, anlaşma şartlarının yazılmasına gelmişti. Hz. Ali,
musalahanın şartlarını yazmak üzere kâtip tâyin edildi.
Resûli Kibriya Efendimiz, Hz. Ali’ye, “Yaz!” dedi, “Bismillahirrahmânirrahîm!”
Süheyl b. Amr, buna itiraz etti: “Biz, Bismillahirrahmânirrahîm’i bilmiyoruz! Sen böyle yazma!” Resûli Ekrem, “Öyle ise nasıl yazalım?” diye sordu. Süheyl, “‘Bismike
AHahümme.’ diye yaz.” dedi.
Kureyşliler, eskiden beri “Bismillahirrahmânirrahîm.” yerine “Bismike
Allahümme.”yi kullanırlardı. Peygamber Efendimiz, ‘”Bismike Allahümme.’ de güzeldir!” buyurduktan sonra Hz. Ali’ye, “Haydi yaz! Bismike Allahümme.” diye
emretti. Hz. Ali de aynı şekilde yazdı.
Bundan sonra Resûli Kibriya Efendimiz, Hz. Ali’ye, “Bu, Muhammed
Resûlullah’ın, Süheyl b. Amr’la üzerinde anlaş
Rivâyete göre, “Bismike Allahümme.” kelâmını ilk söyleyen, Tâif
halkının reislerinden Arab’ın meşhur şâiri Ümeyye b. Ebî Salt idi. Sonra
bu tâbir Arapların da hoşuna gitmiş ve kitaplarının evveline yazmaya
başlamışlardır (Geniş malûmat için eserimizin birinci cildine bakınız).
maya varıp sulh oldukları, icabının taraflarca yerine getirilmesini
kararlaştırıp imzaladığı maddelerdir!” diye yazmasını emretti.
Kureyş heyeti başkanı Süheyl, yine itiraz etti. “Vallahi, biz senin gerçekten
Allah’ın Resulü olduğunu kabul edip tanımış olsaydık, Beytullah’ı
ziyaretine mâni’ olmaz ve seninle çarpışmaya kalkmazdık!” dedi.
Peygamber Efendimiz, “Peki nasıl yazalım?” buyurdu.
Süheyl, “Muhammed b. Abdullah diye kendi ismini ve babanın ismini yaz.” dedi.
Peygamber Efendimiz, “Bu da güzeldir!” buyurduktan sonra, Hz.
Ali’ye: “Yâ Ali!.. Sil onu! Sil de Muhammed b. Abdullah yaz.” diye emretti.
Hz. Ali, “Hayır!.. Vallahi, ben Resûlullah sıfatını hiçbir zaman silemem!”
diye yemin etti. Bu arada Müslümanlar da, Hz. Fahri Âlem’e karşı besledikleri muhabbet
ve hürmetlerinin eseri olarak, “Biz, Resûlullah Muhammed’den
başkasını yazdırmayınız! Ne diye dininiz uğrunda bu eksikliği, bu
hakareti kabul ediyoruz?” diye yüksek sesle konuşmaya başladılar.
Resûli Kibriya Efendimiz, Müslümanlara seslerini kısmalarını ve susmalarını
mübarek elleriyle işaret buyurdu. Birden sustular. Bundan sonra Peygamber Efendimiz, Hz. Ali’ye, “Bana onların yerini göster.” dedi.
Hz. Ali, “Resûlullah” kelimesinin bulunduğu yeri gösterdi. Resûli Ekrem
Efendimiz de onu eliyle sildi. Yerine ise “İbnu Abdullah (Abdullah’ın oğlu)” kelimelerini yazdırdı. Peygamber Efendimizin sulhe ciddî taraftar olduğunu, sulhe giden
yoldaki mânileri ortadan kaldırmaya ne kadar gayret gösterdiğini, bu bir
iki numuneden de anlamak mümkündür.

MUSALAHA  MADDELERİ
Müşrik heyetinin yukarıdaki itirazları, Müslümanların bu itirazları kabul
etmek istemeyişleri ve Peygamber Efendimizin her iki tarafı
yatıştırması sonunda sıra musalaha maddelerinin yazılmasına gelmişti.
Resûli Ekrem Efendimiz ile müşrik murahhas heyeti arasında geçen
konuşmalardan sonra, şu maddeler üzerinde anlaşmaya varıldı:
Müslümanlarla müşrikler, huzur ve emniyet içinde yaşamalarını
devam ettirmek için, birbirleriyle 10 yıl harb etmeyeceklerdir!
Peygamberimiz ve sahabîler, bu yıl Mekke’ye girmeyip geri dönecekler,
ancak gelecek yıl yanlarına yalnız yolcu silâhı olan kılıç bulundurmak
şartıyla gelip Kabe’yi tavaf decekler veancak Mekke’de üç gün
kalacaklardır. Müşrikler ise, o sırada şehri boşaltacaklardır! Medine’deki Müslümanlardan Mekke’ye iltica edenler Müslümanlara iade edilmeyecek, fakat Mekke’den Medine’ye velev Müslüman dahi olsalar iltica edenler istendiği takdirde geri verileceklerdir. Arap kabilelerinden isteyen Hz. Peygamber’le, isteyen de Kureyş’le
birleşmekte serbest olacaklardır.
Ashabı Kiram ‘in Hiddet ve İtirazı
Resûli Ekrem Efendimiz, her ne suretle olursa olsun, Kureyş müşriklerini
bir musalaha yazısıyla bağlamak ve bu suretle İslâm’ın siyasî
kudret ve mevcudiyetini hem onlara hem de bütün Arabistan halkına
göstermek ve tanıtmak istiyordu. Bu sebeple, Kureyş heyet başkanı
Süheyl’in zahiren Müslümanların aleyhinde görünen teklif ve maddelerini
de kabul ediyordu. Bu inceliği bir anda kavrayamayan Ashabı Güzin,
başından beri hem hiddetleniyor, hem de zaman zaman itiraz ediyorlardı.
Hattâ, Kureyş heyet başkanı Süheyl, Peygamberimize, “Sizden biri
bize gelirse reddetmeyelim; amma bizden size bir adam giderse, Müslüman
olsa bile geri vereceksiniz.” diye teklifte bulunduğu zaman, Müslümanlar
birden hiddete gelerek, “Sübhanallah! Müslümanların yanına
gelmiş bir Müslüman, müşriklere tekrar nasıl geri çevrilir?” diye itiraz etmişlerdi;
sonra da Peygamber Efendimize, “Yâ Resûlallah!.. Bu şartı da
kabul edecek misin?” diye hayretle sormuşlardı.
Her şeye rağmen bir sulh akdedip, Kureyş müşriklerine İslâm devletini
resmen tanıtmak arzusunda olan Peygamber Efendimiz, Müslümanların
bu itiraz ve suallerine şöyle cevap vermişti:
“Evet, bizden onlara gidecek olanları Allah bizden uzak etsin! Onlardan
bize gelip geri çevireceğimiz kimseleri de muhakkak Allah biliyor!
Onlar için elbette bir genişlik, bir çıkar yol halkedecektir!”

EBÛ CENDEL HÂDİSESİ
Anlaşma maddelerinin yazılması bitmişti. Fakat taraflarca henüz imzalanmamıştı.
Tam o sırada, zincire vurulmuş birinin, kendini Müslümanların
arasına attığı görüldü. Garibtir ki, bu, Kureyş murahhas heyeti başkanı
Süheyl b. Amr’ın oğlu Ebû Cendel idi! İslâm şerefiyle şereflenmesine,
müşrikler, ayaklarını zincire vurmakla karşılık vermiş ve onu hapsetmişlerdi.
Ebû Cendel, hapsedildiği yerden bir fırsatını bularak kaçmış ve
Mekke’nin alt tarafından, kimsenin göremeyeceği yollardan bin bir
zorlukla Hz. Resûlullah’ın huzuruna çıkagelmişti. O sırada babası
Süheyl, henüz Müslümanların karargâhında bulunuyordu.
Ebû Cendel, bizzat babasının kendisine reva gördüğü dayanılmaz
işkence ve eziyetlerden kurtulmak için kendisini Hz. Fahri Âlem’in ayaklan
dibine atmış, ona iltica etmişti. “Beni kurtar!” diyordu.
Ne var ki, az evvel yapılan anlaşma buna imkân vermiyordu! Nitekim,
oğlunun geldiğini gören Süheyl, onu Peygamberimizden hemen istedi:
“İşte!.. Sulh şartları gereğince bana geri vereceğin kişilerin ilki budur!” dedi.
Peygamber Efendimiz, “Biz, sulh sözleşmesini henüz imzalamış değiliz!” buyurdu.
Süheyl diretti. “Vallahi,” dedi, “ben de seninle hiçbir madde üzerinde sulh olmam!”
Resûli Kibriya Efendimiz bu sefer, “Haydi, bu seferlik buna bana bağışla ve yazıyı imza et.” buyurdu. Süheyl’in bunu kabule asla niyeti yoktu. “Ben, bunu asla anlaşma
dışında tutamam ve sana bırakamam!” dedi. Peygamber Efendimiz tekrar, “Hayır!.. Bunu benim hatırım için yapacaksın!” buyurdu.
Buna rağmen Süheyl, inadından vazgeçmedi: “Ben, bunu asla yapamam!”
Resûli Ekrem Efendimiz, iki müşkîl durumla karşı karşıya kalmıştı:
Ebû Cendel’i geri vermek demek, onu bile bile eziyet ve işkence çemberi
içine atmak demekti; vermediği takdirde, Kureyş heyeti anlaşmayı feshedecekti.
Hâlbuki, birçok sebepten dolayı bunu istemiyordu. Elinde başka çâresi kalmayan Peygamber Efendimiz, teessür içinde Ebû Cendel’i babasına teslim etmek zorunda kaldı.
Ebû Cendel’in feryadı Müslümanların gönlünü dağlıyordu: “Yâ Resûlallah!.. Ey Müslümanlar!.. Siz, beni, bana eziyet etsinler, işkencelere uğratsınlar diye mi bunlara teslim ediyorsunuz? Siz, benim eziyet çekmeme rıza mı gösteriyorsunuz?”
Fakat, ne çâre, Ebû Cendel artık babasının merhametsiz pençesinde
bulunuyordu. Acıklı feryadı, imdat dilemesi, Müslümanların gözlerini
yaşlarla doldurdu. Ama, Hz. Resûlullah teslim etti diye seslerini çıkaramıyorlar,
yapılan zulmü sinelerine çekiyorlardı. Hz. Resûlullah teslim etmemiş
olsaydı, Ebû Cendel’in bu feryad ve figanını imkânı yok cevapsız
bırakmazlardı; canları pahasına da olsa onu insafsız ellerden kurtarırlardı!
Peygamber Efendimiz, babası tarafından alınan Ebû Cendel’e, “Biraz daha sabret, biraz daha mâruz kaldıklarına göğüs ger! Bunların ecrini, mükâfatını Allah’tan dile! Muhakkak Allah, senin ve yanında bulunan kimsesiz Müslümanlar için bir ferahlık, bir çıkar yol halkedecektir.” diyerek teselli verdi. Arkasından da, “Onlara vermiş olduğumuz söze vefasızlık edemeyiz.” buyurdu.

Hz. Ömer ‘in Peygamberimize Sorusu
Ebû Cendel, Kureyş müşrikleri tarafından geri alınırken, Hz. Ömer,
Peygamber Efendimizin huzuruna vardı ve, “Yâ Resûlallah!.. Onu
Kureyşlilere niçin geri veriyoruz? Dinimiz uğrunda bu hakareti ne diye
kabul ediyoruz?” diye konuştu.
Resûli Kibriya Efendimiz cevaben, “Biz bu iş hakkında onlarla anlaşma
yapmış bulunuyoruz! Dinimizde ahde vefasızlık yoktur!” buyurdu.
Efendimizden bu cevabı alan Hz. Ömer, bu sefer Ebû Cendel’in yanına
sokuldu ve kılıcını ona doğru yaklaştırarak, “Ey Ebû Cendel!.. Şüphesiz,
müşriklerin kanı, köpeklerin kanı gibi değersizdir! İnsan, Allah yolunda
babasını da öldürebilir! Öldür gitsin şu babanı!..” diye teklif etti.
Ebû Cendel, “Sen, neden öldürmüyorsun?” diye teklif etti.
Hz. Ömer, “Resûlullah (s.a.v.), onu ve başkalarını öldürmeyi bana yasakladı!”
cevabını verince, Ebû Cendel, “Ben Resûlullah’a itaatte senden geride kalmak istemem!”diye konuştu. 

Müslümanların Sadâkat İmtihanı
Sahabîler, çok arzuladıkları hâlde, Kâbe-i Muazzama’yı ziyaret ve tavaftan
alıkonmuşlardı. Bunun yanında, Hz. Resûlullah anlaşmayla,
görünüşte aleyhlerinde olan birtakım ağır hükümlerine gereği gibi nüfuz
edemediklerinden dolayı bu durum, sahabîlerin son derece güçlerine
gitti. Manen rahatsızlık duydukları, hâl ve davranışlarından belli oluyordu.
Kendi âleminde böylesine ağır şartlara evet demenin izahını bir türlü
bulamayan Hz. Ömer, huzura varmadan edemedi ve Peygamberimize,
“Sen, Allah’ın hak peygamberi değil misin?” diye sordu. Resûl-i Ekrem, “Evet, ben Allah’ın peygamberiyim.” buyurdu. Hz. Ömer bu sefer, “Biz Müslümanlar hak, düşmanlarımız olan müşrikler ise bâtıl üzere bulunmuyorlar mı?” diye sordu.
Resûl-i Ekrem, “Evet, öyledir.” buyurdu. Bunun üzerine Hz. Ömer, “Bu hâlde dinimizi küçük düşürmeye niçin meydan veriyoruz?” dedi.
Resûl-i Ekrem, “Ey Hattab’ın oğlu!.. Ben, Allah’ın kulu ve Resulüyüm.
Allah’ın emirlerine aykırı harekette bulunamam. Bu muahede maddelerini
kabul etmekle de Allah’a isyan etmiş değilim. O, beni hiçbir zaman zarara uğratmayacaktır.” buyurdu. Bu sefer Hz. Ömer, “Sen, bize, Allah’ın nusret buyuracağını, gidip Kabe’yi hep beraber tavaf edeceğimizi va’detmiş değil miydin?” dedi.
Resûl-i Ekrem, “Evet, va’detmiştin. Ancak, bu yıl gidip tavaf edeceğimizi söylemiş miydim?” buyurdu. Hz. Ömer, “Hayır.” dedi.
O zaman Resûl-i Ekrem Efendimiz, “O hâlde tekrar ediyorum: Sen
muhakkak Mekke’ye gidecek ve Kabe’yi tavaf edeceksin.” buyurdu.

Hz. Ömer ‘in, Hz. Ebû Bekir e Konuşması
Hz. Ömer, buna rağmen iç âleminde kabarmış duygularını teskin edemiyordu.
Bu sefer Hz. Ebû Bekir’in yanına vardı. “Ey Ebû Bekir!..” dedi, “Bu zât,
Allah’ın hak peygamberi değil midir?”Hz. Ebû Bekir, “Evet, o, Allah’ın hak peygamberidir!” dedi. “Peki, biz Müslümanlar hak üzere, düşmanlarımız olan müşrikler de bâtıl üzere değiller mi?”
“Evet, bizler hak üzereyiz, düşmanlarımız ise bâtıl üzeredirler!” Bunun üzerine Hz. Ömer, “O hâlde, dinimizi küçük düşürmeye niçin meydan veriyoruz?” dedi.
Sadâkat timsâli Hz. Ebû Bekir, “Ey Ömer!..” dedi, “O, Allah’ın Resulüdür.
Bu muahedeyi yapmakla Rabbine âsi olmuş değildir! Allah, onun yardımcısıdır! Sen, onun emrine itaat et!” Hz. Ömer, tekrar, “O, bize Medine’de, ‘Beyt-i Şerife varacağız, tavaf
edeceğiz.’ demedi mi?” diye sordu. Hz. Ebû Bekir, “Evet.” dedi; arkasından da sordu: “Amma, sana, ‘Beytullah’a bu yıl gidecek ve tavaf edeceksin.’ diye mi haber verdi?”
Hz. Ömer, “Hayır.” dedi. Bunun üzerine Hz. Ebû Bekir, “Sen, muhakkak yakın bir zamanda Beytullah’a gidecek ve onu tavaf edeceksin!” dedi.464
Hz. Ömer ‘in Îtirafı ve Nedameti
Hz. Ömer, o günkü halet-i ruhiyesini ve sonradan duyduğu nedameti şöyle anlatır:
“Ben, hiçbir zaman o günkü gibi bir musibete uğramadım.
Peygamber’e (a.s.m.), hiçbir zaman başvurmadığım bir biçimde başvurmuştum.
Eğer o gün, kendi görüşümde bir topluluk bulsaydım, bu musalaha
ve muahede yüzünden hemen bunların içinden ayrılır, onların
yanına varırdım! Nihayet, Allah Teâla, işin sonunu hayır ve rahmet kıldı.
Resûlullah (a.s.m.) ise, işin böyle olacağını çok iyi biliyormuş. O gün,
Resûlullah’a (a.s.m.) karşı sarfetmiş olduğum sözlerimden duyduğum
korkudan dolayı neticenin hayır olmasını ümit ederek oruçlar tutmaktan,
sadakalar vermekten, namazlar kılmaktan ve köleler âzad etmekten geri durmadım!”
KURBAN KESME VE TIRAŞ OLMA
Resûl-i Ekrem Efendimiz, muahede ve musalaha işini bitirdikten
sonra, sahabîlere, “Artık kalkınız, kurbanlarınızı kesip sonra başlarınızı
tıraş ediniz!” diye seslendi.
Ne var ki, Hz. Resûlullah’a sonsuz hürmet ve muhabbetlerine rağmen
sahabîlerin hiçbirinde bu emir karşısında bir hareket görülmedi. Peygamber
Efendimiz, emrini ikinci kere tekrarlamak zorunda kaldı:
“Kalkınız, kurbanlarınızı kesip, sonra başlarınızı tıraş ediniz!”
Fakat, aynı şekilde sahabîler, sanki bu emri duymamış gibi davranıyorlar,
kurban kesme ve tıraş olma işine başlamıyorlardı.
Resûl-i Ekrem, emrini üçüncü kere tekrarladı: “Kalkınız, kurbanlarınız
kesip, sonra başlarınızı tıraş ediniz!”
Yine sahabîlerden bu konuda bir hareket görülmedi.
Emrini üç kere tekrarlamasına rağmen, ashabtan kimsenin kalkmadığını
gören Hz. Fahr-i Âlem, dönüp Ezvac-ı Tâhirat’-tan Hz. Ümmü Seleme’nin yanına gitti:
“Ey Ümmü Seleme!.. Nedir şu halkın tutumu?.. Onlara, ‘Kurbanlarınızı
kesiniz., başlarınızı tıraş ediniz.’ diye tekrar tekrar söylüyorum; fakat
hiçbiri emrime icabet etmiyor!” diyerek sahabîlerin bu durumundan
şikâyet etti. Müstesna zekâ ve fazilet sahibi olan Hz. Ümmü Seleme, “Yâ Nebîyyallah!..
Bu işi yapmak istiyor musunuz? O hâlde, şimdi dışarı çıkınız;
sonra, tâ kurbanlık develerini kesinceye ve berberini çağırtıp o seni tıraş
edinceye kadar ashabtan hiçbirisine bir kelime bile söylemeyiniz.” dedi;
arkasından da ilâve etti: “Çünkü, sen kurbanını kesecek ve tıraş olacak
olursan halk da öyle yapar!” Bunun üzerine, Peygamber Efendimiz dışarı çıktı. Hiç kimseyle görüşmeden ve hiç kimseye bir şey söylemeden, ihramını sağ koltuğu
altından çıkarıp sol omuzuna attı; kurbanlık develerini kesti ve berberi
Huzaalı Hıraş b.Ümeyye’yi çağırıp tıraş oldu. Bunun üzerine sahabîler de derhâl kurbanlık develerini kesmeye ve başlarını tıraş ettirmeye başladılar.
Hz. Ümmü Seleme der ki:
“Kurbanlıklara öylesine koştular, öylesine yığıldılar ki, neredeyse
birbirlerini ezeceklerdi!”
Sahabîlerin, Resûlullah’a muhalefet etmek için tekrarlanan emrini yerine
getirmeyip bekledikleri elbette söylenemez. Belki onlar, çok ağır buldukları
muahede ve musalaha hükümlerinin vahiyle ortadan
kaldırılacağını düşünüyor ve bu vahiyle, Hz. Resûlullah’ın verdiği
emirden vazgeçeceğini umuyorlardı. En azından, umre amellerini
tamamlayabilmek için Mekke’ye girmelerinin temin edileceğini ümit
ediyorlardı. Ve, bunun gerçekleşmesi için de bekliyorlardı. Nitekim, bu
hususta herhangi bir vahyin inmediğini ve Hz. Resûlullah’ın da kurbanlık
develerini kesip, mübarek başlarını tıraş ettirdiğini görünce, onların
da Resûl-i Kibriya’ya muhalefet etmiş duruma düşmemek için sür’atle
kurbanlık develerini kesmeye ve başlarını tıraş ettirmeye başladıkları görülüyordu.
Bu hâdiseden, ayrıca Hz. Ümmü Selem’nin de müstesna bir zekâ ve
fazilete sahip olduğunu açıkça anlıyoruz. Hattâ, “Ümmü Seleme’nin
Hudeybiye’de gösterdiği dirayet ve fetâneti İslâm tarihinde hiçbir kadın
göstermemiştir.”denilmiştir.
Peygamberimizin Dua Etmesi
Sahabîlerden bir kısmı başını kazıttırıyor, kimisi de kısalttırıyordu.
Bunu gören Efendimiz, “Allah, başlarını kazıttıranlara rahmet etsin!” diye dua etti.
Saçlarını kısalttıran sahabîler, bu dua karşısında bir an tereddüt
geçirdiler. Aynı duayı kendilerine de yapmalarını Efendimizden rica ettiler.
Peygamberimiz yine, “Allah, başını kazıttıranlara rahmet etsin!” diye dua etti.
Sahabîler üçüncü kere, “Yâ Resûlallah!.. Kırptıran, kısalttıranlara da
dua et.” deyince, Resûl-i Ekrem, “Allah, saçlarını kırptıran, kısalttıranlara
da rahmet etsin!” diyerek onları da duasının içine dâhil etti.
Sahabîler, “Yâ Resûlallah!.. Neden saçlarını kırptıran, kısalt-tıranları
hâriç tutup, saçlarını kazıttıranlara rahmet diledin?” diye sordular.
Resûl-i Kibriya Efendimiz cevaben şöyle buyurdu:
“Çünkü, saçlarını kazıttıranlar, emre tam uyup, diğerleri gibi şüpheye düşmediler!”
Sahabîler tıraş olduktan sonra, Allah tarafından estirilen bir rüzgâr,
saçlarını Harem-i Şerife doğru uçurup götürdü. Onlarbunu umrelerinin
kabulüne bir işaret sayarak birbirlerini müjdelediler.

HUDEYBİYE’DEN AYRILIŞ
Server-i Kâinat Efendimiz, ashabıyla birlikte 20 gün kadar kaldıktan
sonra, Medine’ye dönmek üzere Hudeybiye’den ayrıldı. Ashab-ı Kiram, Kâbe-i Muazzama’yı ziyaret edemeyip döndüklerinden dolayı çok üzgün idiler.
Bu sırada Resûl-i Kibriya Efendimize, Mekke ile Medine arasında
bulunan Küraü’l-Gamim mevkiinde, Müslümanların yakında büyük
fetihlere kavuşacaklarını müjdeleyen Fetih Sûresi nazil oldu: “Ey Resulüm!..(Mekke’nin ve diğer memleketlerin fethine sebep olacak Hudeybiye Sulhüyle) Biz, sana gerçekten apaçık bir zafer verdik!” Cenâb-ı Hakk, indirdiği aynı sûrede, ayrıca Server-i Kâinat Efendimizle Müslümanların, kısa zaman sonra gidip Kabe’yi tavaf edeceklerini
de haber veriyor ve Resulünün gördüğü rüyayı tasdik ediyordu:
“Andolsun ki Allah, gerçekten Peygamberine o rüyayı hak olarak,
doğru gösterdi. And olsun ki, inşallah emniyet içinde bulunan kimseler
olarak başlarını tıraş etmiş ve kısaltmış olduğunuz hâlde korkmaksızın
mutlaka Mescid-i Haram’a gireceksiniz. Fakat, Allah, sizin bilmediğiniz
şeyleri bildi de Mekke fethinden önce, yakın bir fetih (Hayber’in fethi) yaptı!”
Hz. Ömer ‘in Durumu
Hz. Ömer, Medine’ye dönüşte, yol esnasındaki halet-i ruhi-yesini ve
Fetih Sûresinin nazil oluşunu şöyle anlatmıştır:
“Hudeybiye’den dönerken, Resûlullah’in (a.s.m.) yanında gidiyordum.
Ona bir şey sordum; bana cevap vermedi. Tekrar sordum; yine cevap
vermedi. Üçüncü kere sordum; yine cevap vermedi. Kendi kendime, ‘Ey
Hattab’ın oğlu!.. Annen seni kaybetsin de yok olasın! Bak, Resûlullah’a
(a.s.m.) üç kere sordun durdun da, Resûlullah sorularına hiçbir cevap
vermedi! Sen, aleyhinde Kur’ân’dan âyet inmesini hakettin!’ dedim.
Aleyhimde âyet inmesinden korkarak devemi sürüp halkın tâ önüne geçtim.
“Sanki her şey beni tutup sıkıyordu. Aradan çok geçmeden, bir
münâdînin, ‘Ey Ömer b. Hattab!..’ diyerek bana seslendiğini duydum.
Kendi kendime, ‘Ben, zâten aleyhimde Kur’ân inmiş olmasından korkmuştum!’
dedim. Kalbime öylesine bir korku çökmüştü ki, onu ancak Allah
bilir! Hemen döndüm. Resûlullah’ın huzuruna vardım. Selâm verdim.
Selâmıma karşılık verdi. Oldukça sevinçli idi:
‘”Ey Hattab’ın oğlu!.. Bana bu gece bir sûre indi ki, o, bana üstünde
güneş doğan her şeyden daha sevgilidir.’ buyurduktan sonra, onu, ‘Biz, gerçekten, sana apaçık bir fetih ve zafer kapısı açtık!’ diyerek okudu.”
Müslümanların Korkusu
Resûl-i Kibriya Efendimize, Fetih Sûresinin nazil olması sırasında şâir
Müslümanlar da oldukça korkuya kapılmışlardı; inen vahyin, davranışlarıyla
ilgili olduğunu sanarak endişe etmişlerdi.
Mücemmi b. Câriye, o ânı şöyle anlatır:
“Halk, korka korka develerinin yanına dağılmıştı. Herkes birbirine soruyordu;
‘Halka ne oluyor?’ diye.
‘”Resûlullah’a (a.s.m.) vahiy gelmiş!’ dediler.
“Biz de, halkla birlikte korka korka Resûlullah’ın yanına doğru vardık.
Resûlullah (a.s.m.) ayakta duruyordu. Halk, etrafında toplanınca, onlara,
‘İnnâ fetehna leke fethan mübînen.’ diye Fetih Sûresinin âyetlerini okudu.
“O esnada sahabîlerden birisi, ‘Yâ Resûlallah!.. Bu muahede bir fetih midir?’ diye sordu.
“Resûlullah (a.s.m.), ‘Evet, hayatım kudret elinde olan Allah’a yemin
ederim ki, bu muahede, muhakkak bir fetihtir!’ buyurdu.”
PEYGAMBERİMİZİN, MUSALAHANIN BÜYÜK BİR FETİH
OLDUĞUNU TEKRARLAMASI
Resûl-i Ekrem Efendimiz, Medine’ye doğru ashabıyla gelirken, yine
içlerinden birinin, “Beytullah’ı tavaftan alıkonulmuşuz, kurbanlıklarımızın
Harem’de kurban edilmelerine de mâni olunmuştur! Müslüman
olarak da bize gelip sığınanları, Resûlullah, onlara geri çevirmiştir.
Bu, nasıl ve ne biçim fetihtir!” diye söylendiği, kendisine haber verildi.
Bunun üzerine Peygamber Efendimiz, “Bu, ne kötü bir sözdür!” buyurduktan
sonra, Hudeybiye’nin büyük bir fetih olduğunu şöylece izah etti:
“Evet!.. Hudeybiye Muahedesi, en büyük fetihtir! Müşrikler, sizin
kendi beldelerine gidip gelmenize ve işinizi görmenize razı olmuş, gidip
gelirken de emniyet içinde bulunmanızı istemişlerdir. Onlar, şimdiye
kadar hoşlanmadıkları İslâmiyeti de böylece sizlerden görecek,
öğreneceklerdir. Allah, sizi, onlara galib getirecek, gittiğiniz yerden sağ
salim ve kazançlı olarak geri döndürecektir! Bu ise, fetihlerin en büyüğüdür!”
Hz. Resûlullah’ın böylesine kesin konuşmasından sonra sahabîlerin de
gönlüne bir ferahlık geldi. “Allah ve Resulünün söyledikleri doğrudur! O
muahede, fetihlerin en büyüğüdür! Vallahi, yâ Resûlailah, bizler bunu
senin düşündüğün gibi düşünmemiştik! Muhakkak ki sen, Allah’ın
emirlerini bizden daha iyi bilirsin!”481 diyerek, Hudeybiye’nin en büyük
fetih olduğunu itiraf ettiler.

MEDİNE’YE DÖNÜŞ
Resûl-i Kibriya Efendimiz, ashabıyla birlikte bir ay süren seferden
sonra Zilhicce a.yı başında Medine’ye geldi. 

Hudeybiye Anlaşmasına Kısa Bir Bakış
Kendilerini Kabe’yi ziyarete ve tavafa hazırlamış olan, hakikate ve
doğruluğa müştak sahabîler, maddelerin dış görünüşüne bakıp, Hudeybiye
Muahede ve Musalahasının aleyhlerinde olduğu kanaatine
varmışlardı. Fakat, zamanla sulhun müsbet neticeleri görülmeye
başlayınca, Resûli Ekrem Efendimizin kararında ne kadar haklı
olduğunu ve endişelerine de mahal bulunmadığını anladılar!
Her şeyden evvel, İslâm’ın amansız düşmanı olan Kureyş müşrikleri,
bu muahede ve musalaha ile İslâm Devletini resmen tanımış oluyorlardı
Ayrıca bu anlaşma, diğer fetihlere de bir başlangıç olmuş, fetih
kapılarının açılması için bir anahtar teşkil etmiştir. Nitekim, bu sulhu,
daha doğrusu bu manevî fethi kısa bir zaman sonra Hayber’in fethi ve
ondan sonra da Mekke fethinin takib ettiğini görüyoruz.
Yine bu muahede ve musalaha sayesinde, Müslümanlar için manevî
tebliğlerini harbten ve darptan uzak, emniyet ve huzur içinde yerine getirebilecek
bir zemin ve imkân doğmuştur. Müslümanlarla müşrikler arasında birbirlerinin vücudunu ortadan kaldırmak için cereyan eden harbler sebebiyle kimse kimseyle temas edip görüşme imkânı bulamıyordu. Bu sulh devresiyle İslâm’ın ve Müslümanların işine yarayacak bu geniş imkân meydana geldi.
Her ne kadar maddî kılıç bir müddet kınına sokulu durduysa da,
Kur’ânı Hakîm’in parlak manevî kılıcı ortaya çıktı, kalb ve akılları fethe
başladı. Anlaşma sayesinde Müslümanlarla müşrikler birbirleriyle
serbest görüşme imkânı buldular. Müslümanların yaşayışlarıyla gösterdikleri
İslâm’ın güzellikleri, onları kendilerine cezbetti. Kur’ân’m sönmez
nurları, kavim ve kabilelerinden inat ve taassublarını kırıp, manevî hükmünü
icra etti. Meselâ, bir harb dahîsi olan Hâlid b. Velid ve bir siyaset
dahîsi bulunan Amr b. As gibi, maddî kılıçla mağlûbiyeti kabul etmek
istemeyen zâtlar, bu sulh sayesinde Kur’ân’ın manevî kılıcının cazibesinden
kendilerini kurtaramayıp, Hz. Resûlullah’ın huzuruna çıkarak
teslimiyetlerini arzetmiş, Müslüman olmuşlardır.
Aynı şekilde, muahede ve musalahanın tanıdığı imkân dolayısıyla
Mekke’den Medine’ye, Medine’den de Mekke’ye ziyaretler, ticarî
münâsebetler başladı. Kureyş müşrikleri, Müslümanları yakından
tanıma fırsatını buldular: Onların doğruluklarına, dürüstlüklerine şâhid
oldular; Müslümanların nasıl bir hürriyet havası içinde yaşadıklarını
yakından takib ettiler. Bu arada, Müslümanların telkin ve tavsiyesiyle,
birçok müşrik, îman dairesine girdi. Kimisi de îman ve İslâm’a karşı besledikleri
düşmanlıklarını yumuşatarak, îmana karşı meyil gösterdi.
Hudeybiye Sulhünden.Mekke’nin fethine kadar geçen iki sene zarfında
Müslüman olanların sayısı, Resûli Ekrem Efendimizin peygamber
olarak gönderilişinden sulh gününe kadar geçen yaklaşık 20 seneye
yakın zaman içinde Müslüman olanlardan çok daha fazla olmuştur.
Umre maksadıyla yola çıkan sahabîlerin sayısı bin 400 iken, iki sene
sonra Mekke’nin fethine gidildiğinde bu sayı 10 bini buluyordu! Bu da,
Hudeybiye Sulhunun ne kadar yerinde yapılmış bir anlaşma olduğunu
açıkça göstermektedir. Kur’ân’ın Hudeybiye Sulhunu “Fethi Mübîn,” “apaçık bir fetih” olarak tavsif etmesi de dikkat çekicidir. Hâlbuki, Müslümanlar, daha evvel de
küçümsenmeyecek zaferler elde etmişlerdi. Fakat, Kur’ân’ın, bunları
değil de, Hudeybiye Sulhunu “Fethi Mübîn” olarak nitelendirmesi,
İslâmiyet için asıl hakikî zaferin manevî sahada olduğu gerçeğine işaret
içindi. Nitekim, İmamı Zührî, buna işaretle, “İslâm’da, Hudeybiye Musalahasından
önce, ondan daha büyük bir fetih olmamıştır.” demiştir.
İbni Mes’ud’un rivayeti de aynı mealdedir: “Siz fetih olarak Mekke’nin
fethini kabul ediyorsunuz; hâlbuki, biz, asıl fetih olarak Hudeybiye Sulhunu
sayıyoruz!” Hudeybiye Muahede ve Musalahası, aynı zamanda, büyük bir siyasî
zaferdi. Çünkü, Hayber Yahudîlerini, kuvvetli dostları olan Kureyş
müşriklerinden tecrid ediyordu. Hayber Yahudîleri için artık Kureyş
müşrikleri yok demekti. Dolayısıyla, buranın fethi de, bu sayede daha da
kolaylaşıyordu. Nitekim, Resûli Ekrem, Medine’ye döndükten birkaç
hafta sonra Hayber’in fethine muvaffak olmuştur.
Bütün bu neticeler görüldükten sonra, Hudeybiye Sulhu için
Kur’ân’in, “(Ey Resulüm!..) Biz, sana, gerçekten açık bir zafer verdik!”
haber ve hükmünün ne kadar mûcizâne ve veciz olduğu açıkça anlaşılıyordu!
Kur’ânı Kerîm’in şu âyetini de hatırlatalım: “Olur ki, bir şey hoşunuza gitmezken, sizin için o hayırlı olur ve bir şeyi istediğiniz hâlde, o hakkınızda şer olur. Allah bilir, siz bilemezsiniz!”
EBÛ BASİR’İN, KUREYŞLİLERİN TİCARET YOLLARINI KESMESİ
Peygamber Efendimizin Hudeybiye’den Medine’ye dönüşü üzerinden
pek fazla bir zaman geçmemişti. Bu sırada İslâmiyetle müşerref olan Sakif Kabilesinden Ebû Basir adındaki zât, bir fırsatını bulup Mekke’den Medine’ye geldi.
Üç gün sonra, onu istemek üzere, Kureyşliler, iki kişi gönderdiler.
Bunlar, Peygamber Efendimize, “Bize karşı imza ettiğin anlaşmayı hatırlatırız!”
diyerek Ebû Basir’i geri istediler.
Resûli Ekrem Efendimiz, anlaşma gereğince Ebû Basir’i geri vermek
zorundaydı. Ona, “Ey Ebû Basir!.. Biliyorsun ki, biz şu Kureyşlilerle bir
anlaşma yapmış ve onlara söz vermiş bulunuyoruz. Dinimize göre, verdiğimiz
sözde durmamak bize yaraşmaz! Muhakkak, Allah, sana ve senin
gibi müşrikler içinde kalan Müslümanlara bir genişlik, bir çıkar yol
halkedecektir!” deyip teselli verdi; sonra da onu, gelen adamlara iade etti.
Ebû Basir, “Yâ Resûlallah!.. Bana işkence yapsınlar, beni dinimden
döndürsünler diye mi müşriklere geri veriyorsun?” diye feryad etti.
Resûli Ekrem, tekrar ona teselli verdi: “Sen git! Muhakkak, Allah, sana
ve senin gibilere bir çıkar yol halkedecektir!”
Kureyş’in gönderdiği iki adam, Ebû Basir’i alarak Medine’den yola çıktılar.
Zülhuleyfe’ye ulaştıklarında orada oturup beraber yemek yediler.
Ebû Basir, her an onlardan nasıl kurtulabileceğini düşünüyordu. Önce
onlarla yakınlık peyda etmek istedi. Bunun için kendileriyle sohbete
başladı. Huneys adındakinin ismini, babasının kim olduğunu sorup
öğrendikten sonra, “Öyle zannediyorum ki, senin şu kılıcın oldukça keskindir!” dedi.
Adam, “Evet,” dedi, “oldukça keskindir!” Ebû Basir, gayet sakin ve emniyet verici bir tavırla, “Ona bir bakabilir miyim?” diye sordu.
Huneys, “İstiyorsan, al, bak!” dedi.
Ebû Basir, bulunmaz fırsatı yakalamıştı. Kılıcı kaptığı gibi Huneys’in
üzerine yürüyüp işini bitirdi.
Bunu gören diğer arkadaşı, son sür’at kaçarak Medine’ye geldi. Peygamber
Efendimizin huzuruna çıkıp, “Adamınız, arkadaşımı öldürdü;
ben ise elinden zor kurtuldum!” diyerek Ebû Basir’den şikâyet etti.
Bu sırada Ebû Basir de geldi. “Yâ Resûlallah!.. Sen, beni onlara teslim
ile ahdini îfa etmiş oldun. Şimdi, Allah beni onlardan kurtardı!” diyerek
bir daha müşriklere iade edilmeyip Medine’de kalmayı istedi. Ebû Basir’in cesaretine ve atılganlığına hayret eden Efendimiz, sahabîlere hitaben, “Bu adam, harb kışkırtıcısı, kızıştırıcısıdır! Hele yanında, birtakım adamlar da bulunsa, artık elinden gelmeyecek şey
yoktur!” diye buyurdu. Bu sözler üzerine Ebû Basir, tekrar Kureyşlilere iade edileceği zannına kapıldı. İçinde yine feryadlar koptu.Fakat, Resûli Ekrem Efendimiz, onu
Kureyşlilere tekrar geri vermediği gibi Medine’de kalmasına da müsaade
etmedi. “Haydi çık, istediğin yere git!” diyerek onu istediği yere gitmekte
serbest bıraktı. Bunun üzerine Ebû Basir de, Medine’den çıktı. Deniz sahilinden,
Mekke’den Şam’a giden yol üzerinde İs Vadisine gidip yerleşti.
Mekke ‘deki Müslümanların Ebû Basir ‘in Yanında Toplanmaları
Mekke’de hapsedilmiş bulunan Müslümanlar ile îmanlarını gizleyenler,
bunu duyunca, birer ikişer kaçarak Ebû Basir’in yanında toplandılar.
Kısa zamanda sayıları 70’i buldu; hattâ, etraftaki kabilelerden de katılanlarla
birlikte bu sayı 300’e çıktı. Böylece, Ebû Basir, etrafında büyük bir kuvvet toplamış oluyordu. Kureyş’in Şam’a gönderdiği bütün ticaret mallarına da el koyuyorlardı.
Kendilerini tehdit eden bu durum karşısında Kureyşliler, Peygamber
Efendimize derhâl bir elçi gönderdiler. Elçinin Peygamberimize getirdiği
mektupta şunlar yazılı idi: “Allah ve akrabalık aşkına!.. Sen, Ebû Basir’le arkadaşlarına haber salsan ki, bundan böyle her kim Medine’ye, senin yanına gelirse, o emniyet
ve selâmettedir, o geri çevrilmeyecektir.” Kureyş’in bu rica ve müracaatları üzerine, Peygamber Efendimiz de, Ebû Basir ve yanında bulunan Müslümanları davet için Ebû Basir’e bir mektup yazdı.
Ebû Basir, o esnada ağır hasta idi. Resûli Ekrem Efendimizin mektubu
kendisine ulaştığında son nefeslerini alıp veriyordu. Bu vaziyette mektubu
eline aldı, yüzüne gözüne sürdü. Henüz tam okumadan da ruhunu teslim etti.
Ebû Cendel ve diğer Müslümanlar, onun cenaze namazını kılıp defnettiler.
Daha sonra Ebû Cendel, diğer Müslümanları da yanına alarak
Medine’ye, Peygamberimizin yanına geldi.
ÜMMÜ GÜLSÜM’ÜN, PEYGAMBERİMİZE İLTİCA EDİŞİ VE
GERİ VERİLMEYİŞİ
Hudeybiye Anlaşmasının üzerinden fazla bir zaman geçmemişti ki,
Peygamberimizin Mekke’deki azılı düşmanlarından Ukbe b. Ebî
Muayt’ın Müslüman olan kızı Ümmü Külsüm, bir yolunu bulup
Medine’ye geldi; Resûli Ekrem Efendimize iltica edip, “Yâ Resûlallah!..
Ben, dinim için onların yanından kaçıp yanına geldim! Beni koru,
müşriklere geri çevirme! Beni kâfirlere geri çevirecek olursan, bana
işkence yaparlar, dinimden döndürmeye uğraşırlar!” dedi.
Bunun üzerine inen âyet, Peygamber Efendimizin nasıl hareket etmesi
gerektiğini tâyin etti: “Ey îman edenler!.. (Kendi ifadelerince) mü’min
kadınlar, muhacir olarak geldikleri zaman onları imtihan edin. Allah, onların
îmanlarını çok iyi bilendir. Fakat, siz de mü’min kadınlar olduklarını
öğrenip kanaat getirirseniz, onları kâfirlere döndürmeyin. Bunlar,
onlara (kâfir kocalarına) helâl değildir; onlar da bunlara helâl olmazlar.
Kâfir kocalarının bu kadınlara verdikleri mehri onlara (kâfirlere) verin.
Sizin onları nikâhla almanızda, mehirlerini verdiğiniz takdirde, üzerinize
bir günah yoktur. Artık, kâfir olan kadınlarınızı da nikâhınız altında
tutmayın. Verdiğiniz mehri isteyin. Kâfirler de, size hicret eden mü’min
kadınlara harcadıkları mehri istesinler. Bu, Allah’ın hükmüdür; aranızda
O hükmeder. Allah, hakkıyla bilendir, tam hüküm ve hikmet sahibidir.”
Bu âyeti kerîme, Hudeybiye Sulhündeki Medine’ye hicret ve iltica
edecek Müslümanların iadesiyle ilgili maddenin, erkeklere mahsus
olduğunu, dolayısıyla kadınlara şâmil bulunmadığını ortaya koyuyordu.
Bunun üzerine, Peygamber Efendimiz, müşriklerin arasından
Medine’ye çıkıp gelen erkekleri iade ettiği hâlde Müslüman kadınları
geri çevirmedi. Nitekim, Ümmü Külsüm’ü de, kardeşleri Velid b. Ukbe
ile Umare b. Ukbe, Medine’ye gelerek istedikleri zaman, Resûli Ekrem,
“Muahededeki o şartın hükmünü, Allah, kadınlar hakkında bozdu, ortadan
kaldırdı!” buyurarak, Ümmü Külsüm’ü onlara teslim etmedi.
Bu âyetin nazil olmasından sonra Mekke’den Medine’ye hicret eden
kadınlar, bir nevi imtihana tâbi tutuluyorlardı. Onlar, “Vallahi, biz, sâdece
Allah’a ve Resulüne ve İslâmiyete olan muhabbet ve
bağlılığımızdan dolayı çıkıp geldik; yoksa ne koca, ne mal, ne başkasına
olan kin ve buğzumuz sebebiyle gelmedik!” diye yemin ediyorlardı.
Bunun üzerine, Medine’de kalmalarına müsaade edilip geri çevrilmiyorlardı.
Böyle yeminde bulunanların mehirleri de kocalarına iade ediliyordu.
Hz. Ömer ‘in, İki Hanımını Boşaması
İnen âyeti kerîmede ayrıca mü’minlere, “Kâfir olan kadınlarınızı artık
nikâhınız altında tutmayın.” diye emrediliyordu.
Bunun üzerine Hz. Ömer, o zamana kadar nikâhı altında bulunup
Mekke’de oturan müşrik iki karısını boşadı.

 

 

Reklam
BU VİDEOYU SOSYAL MEDYA HESAPLARINDA PAYLAŞ
Yorum Yap

Bu site, istenmeyenleri azaltmak için Akismet kullanıyor. Yorum verilerinizin nasıl işlendiği hakkında daha fazla bilgi edinin.

Bu konuya henüz bir yorum yapılmadı.