Şekil renkleri

Metin renkleri


Bizi Sosyal Medyada Takip Edin

Efendimizin Peygamberliğini Açıklaması

7 yıl önce
1.019 izlenme
Favorilerime Ekle
Favorilerimden Çıkar
Lütfen bekleyiniz...
Geniş Ekran Dar Ekran
Reklam 5 saniye sonra kapanacak.
Reklam
Reklamı Geç

Efendimizin Peygamberliğini Açıklaması
Bütün insanlığa hitab edecek ve bütün dünyayı kucaklayacak bir din, elbette
gizli kalamazdı. Madem insanlığı maddî manevî huzura kavuşturmak
için bu din gönderiliyordu; öyle ise, açıktan açığa insanlara bildirilmesi ve tebliğ edilmesi zarurî idi. Cenâbı Hakk, kâinatta her şeyi tedriç kanununa bağlamıştır. Bu
kanuna riâyet ve itaat etmeyenlerin zamandan alacakları cevap, hiç
şüphesiz, muvaffakiyetsizlik olacaktır.
Resûlullah Efendimiz de, Allah’tan aldığı talimat üzerine bu kanuna
riâyet etti. Üç sene müddetle peygamberliğini ve İslâmiyeti açıktan açığa
kimseye bildirmedi ve anlatmadı. Tebliğinde son derece tedbirli ve ihtiyatlı
davranıyor, ancak emniyet ettiği kimselere durumunu arzediyordu.
Bu hareketiyle onun İslâm’a muvaffakiyet yolunu açtığını da görüyoruz.
Üç senelik gizli davet devresinde birçok kimse İslâm safında yer
almış ve dâvasına güç vermişti.
Üç senelik devreden sonra davetin daha fazla gizli olarak devamında
bir maslahat da kalmış değildi. Zîra, Kureyşli müşrikler tarafından her
şey az çok duyulmuştu ve üstelik İslâm dâvası birçok kimseyle bir
derece güç kazanmıştı. Buna binâen mukaddes İslâm dâvasını açıklamanın
ve tevhid hakikatlerini bütün âleme duyurmanın zamanı artık gelmişti.
İLK İŞ: YAKIN AKRABALARI DAVET
Halkı, İslâm’a açıktan davete nereden başlayacağı, Resûi Ekrem’e
bizzat Cenâbı Hakk tarafından vahiyle bildirildi:”(Ey Resulüm!..) Sen,
önce en yakın akraba ve hısımlarını (Allah’ın dinine davet ederek) âhiret azabıyla korkut!”
Resûli Ekrem, bu işe girişmenin kolay olmayacağını biliyordu. Bu sebeple
bir müddet evinden çıkmadı. Bu esnada bir gün Hz. Ali’yi yanına
çağırarak, “Yâ Ali!.. Cenâbı Hakk’ın, yakın akrabamı azabla korkutmamı
emir buyurması, bana çok güçlük verdi. Ben iyi biliyorum ki, ne zaman
onlara bu işi açmaya kalksam, onların, beni, hoşlanmadığım bir şeyle
ithama kalkışacaklarını göreceğim!” dedi.
Görülüyor ki, Resûlullah Efendimiz, dâvasını açıktan açığa akrabalarına
anlatmaya kalkıştığı takdirde onların ithamlarına mâruz kalacağı
endişesini taşıyordu. Bunun için de bir müddet evine kapanıp düşünmeyi
uygun görüyordu. Hattâ, onun uzun müddet evinden çıkmadığını
gören, başta Hz. Safıyye ile diğer halaları, durumunu öğrenmek için ziyaretine
geldiler. Efendimiz onlara, “Benim hiçbir şeyden şikâyetim yok,
rahatsız falan değilim. Fakat Allah, bana yakın akrabamı, azabla korkutmamı
emretti. Abdûlmuttâlib Oğullarını toplayıp onları Allah’a îmana davet etmek istiyorum!” dedi. Halaları, “Davet et! Ama sakın, onlardan Ebû Leheb’i davet edeyim
deme! Çünkü o, senin dâvetine asla icabet etmez.” diye konuştular.
Sonra da, “Biz nihayet kadınız.” diyerek Resûlullah’ın yanından ayrıldılar.

ZİYAFET TERTİBİ!
Dâvasını açıklama emrini alan Resûli Ekrem Efendimiz, Hz. Ali’ye,
“Bize sâdece bir kişilik et yemeği yap ve bir kap da süt doldur; sonra da
Abdûlmuttâlib Oğullarını topla. Onlarla konuşacağım, emrolunduğum
şeyi onlara bildireceğim.” emrini verdi. Hz. Ali, emri derhâl yerine getirdi.
Sabah olunca, Ebû Tâlib’in evinde—davet edilmemişken Ebû Leheb de
dâhil—bütün amcalarıyla birlikte ikisi kadın 45 kişi toplandı.
Bir Mucize
Kapta bulunan et, bir kişilikti. Sâdece bir insanı doyuracak kadardı. Kaptaki süt de o kadardı. Resûli Ekrem eti parçaladı ve ziyafette bulunanlara, “Bismillah, buyurun!” dedi.
İstisnasız davette bulunanların hepsi o bir parça etten doyasıya yediler. Bir de ne görsünler? Çok az eksilmiş haliyle et, yine yerinde duruyor! Hayrette kaldılar.
Kaptaki sütü içmeye başladılar. Kanasıya içtiler ve sütün eksilmediğini gördüler. Şaşırdılar! Yemek yendikten sonra Peygamber Efendimiz, söze başlamak üzere
iken, Ebû Leheb müdâhale etti ve topluluğa hitaben, “Şimdiye kadar böyle bir sihir görmedik! Arkadaşınız, sizi büyük bir büyüyle büyüledi!” dedi. Sonra da Kâinatın Efendisine hakarette bulunacak kadar ileri gitti ve topluluğu dağıtmak için ileri geri konuştu. Peygamber Efendimiz, konuşmaya fırsat bulamadan dâvettekiler dağıldılar.

İKİNCİ ZİYAFET VE RESÛLULLAH’IN AKRABALARINA HİTABI
Resûli Ekrem, neticesiz kalan birinci ziyafetten sonra ikinci bir ziyafet
daha tertipleyerek, yine Hz. Ali vasıtasıyla yakın akrabalarını bir araya topladı.
Yemek yendikten sonra, ayağa kalktı ve, “Hamd yalnız Allah’a mahsustur.
Ben de O’na hamdederim. Yardımı ancak O’ndan isterim. O’na
inanır, O’na dayanırım. Seksiz şüphesiz bilmekle beraber size de bildiririm
ki, Allah’tan başka ilâh yoktur; O birdir, eşi ve ortağı yoktur.” dedikten
sonra maksadını şöyle açıkladı: “Herhalde otlak aramaya gönderilen bir kimse, gelip ailesine yalan söylemez. Vallahi, ben bütün insanlara yalan söylemiş olsam(!), yine size
karşı yalan söylemem! Bütün insanları kandırmış olsam, yine sizi aldatmam!
Sizi, O’ndan başka ilâh olmayan Allah’a îmana davet ediyorum. Ben de, O’nun, hususan size ve umumî olarak da bütün insanlığa gönderdiği peygamberiyim.”
Maksadını böylece hülâsa eden Resûli Ekrem Efendimiz, sözlerine şöyle devam etti:
“Vallahi, siz, uykuya daldığınız gibi öleceksiniz, uykudan uyandığınız
gibi de diriltilecek ve bütün yaptıklarınızdan hesaba çekileceksiniz. İyiliklerinizin
karşılığında iyilik, kötülüklerinizin karşılığında da ceza göreceksiniz.
Bu da, ya devamlı Cennet’te veya temelli Cehennem’de kalmaktır.
İnsanlardan âhiret azabıyla korkuttuğum ilk kimseler sizlersiniz.”
Peygamber Efendimiz konuşmasını bitirince Ebû Tâlib ayağa kalktı ve,
“Sana, severek ve candan yardım edeceğiz! Öğütlerini benimsedik ve kabullendik;
sözlerini de tasdik ettik. Bu toplananlar, senin atanın oğullarıdır.
Ben de haliyle onlardan biriyim. Senin istediğin şeye, onlardan
koşacak olanların— andolsun ki—en çabuğu da benden başkası değildir.
Sen, emrolunduğun şeye devam et. Vallahi, etrafını kuşatıp seni korumaktan
bir an dahi geri durmayacağım! Nefsimi, Abdûlmuttâlib’in dinini bırakmak hususunda bana itaat eder bulmadım. Artık ben, onun öldüğü dinde öleceğim.” dedi.
Diğer amcaları da bu sözleri tasdik ettiler ve Efendimizin hoşlanmayacağı
hiçbir şey söylemediler. Sâdece biri müstesna: İslâm Dâvasının
başından beri muhalifi bulunan Ebû Leheb, ortaya atıldı ve, “Ey Abdûlmuttâlib
Oğulları!..” dedi, “Bu, vallahi bir kötülüktür! Başkaları onun
elini tutup bundan alıkoymadan önce, siz onun ellerini tutup bundan
vazgeç irin! Eğer, siz bugün ona itaat edecek olursanız, zillet ve hakarete
uğrarsınız ve onu muhafaza etmeye kalkışırsanız, öldürülürsünüz!”
İslâm’ın bu azılı düşmanına cevap, Peygamber Efendimizin kahraman
halası Hz. Safıyye’den geldi. “Ey kardeşim!..” dedi, “Kardeşinin oğlunu
ve onun dinini yardımsız, hor ve hakir bırakmak sana yaraşır mı? Vallahi,
bugün yaşayan âlimler, Abdûlmuttâlib’in neslinden bir peygamberin
çıkacağını haber veriyorlar. İşte, o peygamber, budur!”
Ebû Leheb, kız kardeşinin bu ulvî konuşmasına küstahça, “Andolsun
ki, bu boşuna bir umuttur. Zâten, kadınların sözleri, erkeklere ayak bağı
ve köstek mesabesindedir. Kureyş aileleri ve onlarla birlikte bütün Araplar
ayaklandığı zaman, onlara karşı koyacak bizim ne kuvvetimiz var?
Vallahi, biz onların yanında yutulacak bir lokma gibiyiz!” diye cevap verdi.
Ebû Leheb’in bu konuşmasından Ebû Tâlib fazlasıyla rahatsız oldu.
“Ey korkak!..” dedi, “Vallahi, biz sağ oldukça ona yardım edeceğiz ve
onu koruyacağız.” Sonra da Resûli Ekrem Efendimize dönerek, “Ey kardeşim oğlu!.. Davet etmek istediğin zamanı bilelim; silâhlanıp seninle birlikte ortaya çıkarız!”
“Kim Bana Yardımcı Olur? “
O âna kadar sâdece konuşulanları dinleyen Peygamber Efendimiz, ayağa
kalkarak, “Ey Abdûlmuttâlib Oğlulları!.. Vallahi, Araplar içinde benim
size getirdiğim, dünya ve âhiretiniz için hayırlı olan şeyden daha
üstün ve hayırlısını kavmine getirmiş başka bir kimse bilemiyorum! Ben,
sizi dile kolay gelen, mizanda ağır basan iki kelimeye davet ediyorum ki,
o da ‘Eşhedü en lâ İlahe İllallah ve eşhedü enne Muhammeden Resûlullah
[Allah’tan başka ilâh olmadığına ve Muhammed’in O’nun resulü
olduğuna şehâdet ederim]’ demenizdir.” diye konuştu; sonra da, “O
hâlde, hanginiz bu yolda bana icabet ederek vezirim ve yardımcım olur?” diye sordu.
Kimseden ses çıkmadı’. Bütün başlar öne eğildi. Gözler. Peygamberimize
bakacak takati kendilerinde bulamıyorlardı. Sâdece biri vardı,
Resûlullah’ın mübarek gözlerine dikkatle bakan… Bu, henüz 1213
yaşlarında bulunan Hz. Ali idi. Ayağa kalktı. Fakat, Peygamberimiz ona, “Sen otur.” dedi.
Resûli Ekrem Efendimiz, sualini üç sefer tekrarladı. Üç seferinde de
cevap sâdece Hz. Ali’den geldi: “Yâ Resûlallah!.. Sana, ben yardımcı olurum!
Her ne kadar bunların yaşça en küçüğü isem de!..”
Bu söze kimisi dudak büktü, kimisi hayret etti, kimisi de alaylı alaylı
gülümsedi: Sonra da hâdiseyi ciddîye almadan toplantıyı terkettiler!
Hz. Ali’nin küçük yaşındaki bu kahramanlık ve cesareti Nebîyyi
Muhterem Efendimizi fazlasıyla sevindirdi. Toplantıdan istediği neticeyi
alamamaktan dolayı ise ne üzüldü ve ne de ye’se kapıldı. Zîra,
vazifesinin sâdece hak ve hakikati tebliğ etmek olduğunu biliyordu.
Hidâyeti ise ancak Cenâbi Hakk verebilirdi!

DAVETİN İKİNCİ SAFHASI: MEKKELİLERE SAFA TEPESİNDEN İLK HİTAB
(Bisetin 3. senesi / Milâdî 613)
Tebliğ dairesi tedricen genişliyordu. Açıktan îman ve İslâm’a davet, inanmış
ruhları sevinciyle okşarken, şirkin kirinden kendini kurtaramammış
gönülleri ise telâşa sevkediyordu!
“Emrolunduğun şeyi, onları çatlatırcasına bildir.” İlâhî fermanı
gelince, Fahri Kâinat, âdeta yerinde duramaz hâle gelmişti. Hemşehrilerine
maddî manevî saadetin yolunu bir an evvel göstermek istiyordu.
Bu sırada, tebliğ dairesini biraz daha genişletip, Safa Tepesinde
Mekkelilere açıkça peygamberliğini ve İslâm dinini ilân etti.*
Safa Tepesinde yüksekçe bir taş üstüne çıkan Allah Resulü, Mekkelilere
yüksek ve gür bir sadâ ile, “Yâ Sabâhâh!..
Allah Resulü, Mekkelilere toptan Islâmiyeti ve peygamberliğini nasıl
duyuracağını düşünmüş, durmuştu. Sonunda Safa Tepesine çıkmayı uygun
buldu. Buradan halka seslenecek, duyan yanına koşacaktı. Zira,
birinin, bir tehlike hissettiğinde yahut anîden hücuma geçip gafil bulunan
insanları ele geçirecek bir düşman sezdiği veya kimsenin haberi
olmadan pusu kuran bir hasmını farkettiğinde, bir dağın tepesine veya
yüksekçe bir yere çıkarak en üst perdeden, “Yâ Sabâhâh!..” diye
haykırması, o zamanlar Araplar arasında yaygın bir âdet idi. Bu sesleniş
üzerine korkuya kapılan halk, sür’atle hazırlıklarda bulunur ve en kısa
zamanda düşmanı karşılamaya çıkardı (Bkz.: Ebû’lHasen enNedvî,
esSiyretû’nNebevîyye, s. 87; Tecrid Tercemesi, c. 9, s. 246).
işte, Peygamber Efendimiz de, Safa Tepesine çıkmakla, Araplar
arasında carî olan bu âdeti göz önünde bulundurmuştu.
Kureyş topluluğu!.. Buraya geliniz, toplanınız; size mühim bir haberim var!)” diye seslendi. Mekkeliler birden şaşkına döndüler. Kimdi bu haykıran?.. Bir tehlikeyle
karşı karşıya mı bulunuyorlardı? Düşmanın baskınına mı
uğramışlardı? Yoksa kendilerine iletilecek çok mühim bir haber mi vardı?
Bu seslenişe cevap vermede gecikmediler ve bir anda Safa Tepesinin
önüne toplandılar. Fakat o da ne? Seslenen, “Muhammedû’1Emin” dedikleri
zâttı. Acaba ne istiyordu? Nelerden haber verecekti? Neler söyleyecekti?
Merakla, “Ey Muhammedi.. Bizi niçin topladın buraya, neyi haber vereceksin?” diye sordular. Resûli Ekrem, haberini vermekte gecikmedi. Zihinlerin kendisine
bütün dikkatiyle yöneldiği, gözlerin hayretli bakışlarıyla üzerine toplandığı,
bütün kulakların pür dikkat kesildiği ve herkesin merakla
beklediği bir anda, mantıkî delillerle dolu şu beliğ hitabeyi îrad etti:
“Ey Kureyş topluluğu!.. Benimle sizin benzeriniz, düşmanı görünce
ailesine haber vermek için koşan ve düşmanın kendisinden önce varıp
ailesine zarar vermesinden korkarak ‘Yâ Sabâhâh!’ diye haykıran bir adamın benzeri gibidir. “Ey Kureyş topluluğu!.. Size, ‘Bu dağın ardında veya şu vadide düşman
atlıları var; sabaha veya akşama üzerinize hücum edecekler!’ desem,
bana inanır mısınız?” O âna kadar “Muhammedû’1Emin” dedikleri, kendisinden yalan
nâmına bir tek şey işitmedikleri, hakikatin dışında hiçbir şey duymadıkları
Resûli Ekrem’e hep bir ağızdan, “Evet,” ddiler, “biz senin
doğruluğunu tasdik ederiz. Çünkü, şimdiye kadar sende doğruluktan
başka bir şey görmedik. Sen yanımızda yalanla itham edilmiş bir insan değilsin.”
Bu umumî hitabından sonra Resûli Ekrem, Kureyş kabilelerinin her
birini kendi adlarıyla çağırdı ve konuşmasını şöyle sürdürdü:
“Öyle ise, ben size, önünüzde gelecek büyük bir azabın bildiricisiyim!
Yüce Allah, bana, ‘En yakın akrabalarını âhiret azabıyla korkut.’ emrini
verdi. Sizi ‘Allah bir, O’ndan başka İlâh yok.’ demeye davet ediyorum.
Ben de O’nun kulu ve resulüyüm. Eğer dediklerimi kabul ederseniz,
Cennet’e gideceğinizi taahhüd ve tekeffül edebilirim. Şunu da bilin ki,
siz, ‘Allah bir, O’ndan başka ilâh yok.’ demedikçe, size ben ne dünyada,
ne de âhirette bir faide temin edemem.”
Yine Ebû Leheb…
Resûli Kibriya Efendimizin akıl, kalb ve ruhlara hitab eden konuşması
karşısında Ebû Leheb şaşkına döndü. Eline bir taş aldı ve Kâinatın Efendisine doğru fırlatarak, “Helak olasıca! Bizi bunun için mi çağırdın?” diye âdice bağırdı.
Bundan başka, o anda dinleyenlerden hiçbir muhalefet gelmedi. Sâdece fısıltı hâlindeki konuşmalarıyla dağıldılar.

CEHENNEMLİK EBÛ LEHEB…
Bu hareketleriyle Ebû Leheb, artık İlâhî nefret ve azabı haketmiş oluyordu.
Resûlullah’a olan şiddetli düşmanlığı, bitmez kin ve nefreti kendisine
pahalıya mâl oldu. Çünkü, Cenâbı Hakk, İnzal buyurduğu Tebbet
Süresiyle korkunç akıbetini şöyle haber veriyordu:
“Elleri kurusun Ebû Leheb’in!.. Zâten kurudu, mahvoldu. Ne malı
fayda verdi ona, ne kazandığı!.. O, alevli bir ateşe girecek. (Peygambere
eziyet ve hakarette bulunan) karısı da (Cehennem’de) odun hamalı
olarak (oraya girecek); boynunda bükülmüş bir ip (zincir) olduğu hâlde… “
Muhalefet eden kim olursa olsun, Allah, nurunu tamamlayacaktı. Bu
sebeple de, Resûli Kibriya Efendimiz, kendisine karşı yapılan çirkin
hareketlerden asla sarsılmıyor, yılmıyor ve yoluna son derece temkinli
ve vakarlı bir şekilde devam ediyordu.

Efendimize Hakaret ve Eziyetler
Resûli Ekrem Efendimiz, Safa Tepesinde açıktan açığa peygamberliğini
ilân ettikten ve halkı İslâm’a davette bulunduktan sonra Kureyşli
müşrikler eziyet ve hakaretlerini su yüzüne çıkardılar ve kat kat artırdılar.
Peygamber Efendimiz onları “tevhid”e çağırıyordu; onlar ise “atalarımızın dini” dedikleri putperestlikte ve şirkte direniyorlardı. Efendimiz, onları faziletle, dünya ve âhiret saadetine davet ediyordu; onlar ise, yarasanın ışıktan kaçması gibi, faziletten ve saadetten uzak durmaya çalışıyorlardı. Kâinatın Efendisi, onları insanca yaşamaya, insan haysiyet ve kutsiyetine yakışır davranışlarda bulunmaya çağırıyordu; onlar ise, insan şeref
ve haysiyetini rencide edip ayaklar altına alıcı çirkin ve rezil hareketler
içinde günlerini gün etmeye uğraşıyorlardı.
Resûli Ekrem, onlar için ebedî saadet, beka, lika, Cennet istiyor ve onları
bu eşsiz nimetleri kazanacak amellerde bulunmaya davet ediyordu;
onlar ise, kendilerini ebedî şekavete, Cehennem’e götürecek davranışların
içinde yuvarlanıp gidiyorlardı.
Hz. Resûlullah, davetiyle, onları esfeli safiline düşmekten, kıymetsizlikten
ve faidesizlikten kurtarıp âlâyı illiyyine, kıymete, bekaya, ulvî
vazifeleri yapabilme makamına çıkarmak istiyordu; onlar ise tam tersine,
kıymetsizlikler içinde yuvarlanmaya, esfeli safilini netice verecek
hareketlerde bulunmaya devam edip duruyorlardı.
Elbette, bu istek ve yaşayışta olan müşrikler, Fahri Alem Efendimizin
dâvetine karşı çıkacak ve onunla amansız mücadelede bulunacak, ellerindeki
bütün imkânlarla onu tesirsiz hâle getirmeye, sebat ve metanetini,
cesaret ve gayretini kırmaya çalışacaklardı! Bunun için de, türlü türlü
işkencelere, eziyetlere, hakaret ve suikastlere teşebbüs edeceklerdi!
Şüphesiz, bu durum, sâdece Peygamber Efendimize mahsus değildi.
Her peygamber, kendi zamanında, gönderildiği kavmi ve ümmeti
tarafından nahoş karşılanmış, hakir görülmüş, eziyet ve işkencelere tâbi
tutulmuştur. Bu ortak özellikleri yanında, bütün peygamberlerin diğer
bir müşterek vasıfları da, bütün bu eziyet, hakaret, işkence ve suikastlere
rağmen, dâvalarını anlatmaktan geri durmamaları, inançlarından asla
tâviz vermemeleri, aksine eziyet ve işkencelerin artması nisbetinde memur bulundukları hakikatleri duyurmaya daha fazla bir aşk, şevk ve ciddiyet ile çalışmış olmalarıdır.
Ebû Leheb Başta
Fahri Âlem Efendimize hakaret ve eziyet edenlerin başında, Ebû Leheb
ve karısı Ümmü Cemil geliyordu.
Ebû Leheb, Efendimizi devamlı takib ediyor ve halkı onu dinlemekten
vazgeçirmeye, zihinlerde şüphe ve vesvese meydana getirmeye çalışıyordu!
Bir gün, Hz. Resûlullah, Ukaz Panayırında halkı Allah’ın birliğine îmana
ve peygamberliğini tasdike davet edip, “Ey ahali!.. LAİLAHEİLLALLAH
deyin, kendinizi kurtarın.” diyordu.
Peşisıra gelen Ebû Leheb ise, halka, “Ey ahali!.. Bu, yeğenimdir; yalan
söylüyor. Ondan uzak durun!” diye sesleniyordu. Bu, ibret dolu bir tablodur:
Yeğen, Allah’a îmana ve saadete davet ediyor; öz amca ise, ona
muhalefet edip, halkı, onu dinlememeye çağırıyor!
Ebû Leheb, yalnız bununla da kalmıyordu.
Bir gün, komşusu Peygamber Efendimizin kapısına pislik ve kokmuş
şeyler artmıştı. O sırada Hz. Hamza, henüz îman etmemiş olmasına rağmen
yetişmiş ve o pisliklerin ve kokmuş maddelerin hepsini Ebû Leheb’in başına dökmüştü.
Komşularının yaptığı bu gibi çirkin hareketlere karşı Efendimiz, sâdece,
“Ey Abdi Menaf Oğulları!.. Bu nasıl komşuluk?” diyerek sitem
ediyor ve pislikleri evinin önünden süpürüp atıyordu.
Kur’ân’m, Cehennem’de cayır cayır yanacağını haber verdiği bu adam, bâzan da, Kâinatın Efendisinin evini, sırf onu rahatsız ve huzursuz etmek için taşa tutuyordu.
Ebû Leheb ‘in, Oğlunu, Peygamber Efendimize İşkence Etsin Diye Göndermesi!
Ebû Leheb, Resûli Kibriya’ya eziyet ve hakaret etmekte yalnız kalmak istemiyordu.
Bir gün, oğlu Uteybe’ye, ona işkence etsin diye emir verdi. Uteybe,
Peygamberimizin yanına vardı. O sırada Efendimiz, Vennecm Sûresini
okuyordu. Bunu duyan Uteybe, “Necmin Rabbine andolsun ki, ben senin
peygamberliğini inkâr ediyorum!” dedi ve küstahça Kâinatın Efendisine doğru tükürdü.
Resûli Ekrem, bu çirkin harekete sâdece şu bedduayla cevap verdi:
“Yâ Rab!.. Ona bir itini musallat et!”
Resûli Ekrem Efendimizin ne duası ne de bedduası Allah tarafından
karşılıksız bırakılmıyordu. Uteybe’ye yaptığı bu beddua da bir müddet
sonra gerçekleşti: Yemen tarafında Havran denilen yerde babası ve arkadaşları arasında uyurken, bir arslan gelip kendisini parçaladı! Dualarının makbuliyeti de, Peygamber Efendimizin mucizelerinin bir bölümünü teşkil eder.

CEHENNEM ODUNCUSU
Ümmü Cemil, İslâm dâvasının en şiddetli muhalifi ve düşmanı Ebû
Leheb’in karısı idi. Kur’ân tabiriyle “Cehennem oduncusu” bu kadın,
İslâm daveti karşısında öylesine azmış, öylesine çılgına dönmüştü ki,
Nebîyyi Muhterem Efendimizin gidip geldiği yola, her gün bıkmadan
usanmadan sert dikenli çalılar döküp saçıyor ve âdeta bu davranışından zevk alıyordu!
Ümmü Cemil’le ilgili bir hâdise ise şöyledir:
Resûli Ekrem (s.a.v.), Safa Tepesinde ilk olarak, Kureyş’e açıktan İlâhî
davette bulunurken, kocası Ebû Leheb, Peygamberimize çıkışmış, hattâ
hakaret etmiş, “Helak olasıca!.. Bizi bunun için mi buraya çağırdın?” demek
küstahlığında bulunmuş ve Efendimize doğru, yerden kaldırdığı bir
taşı savurmuştu. Bunun üzerine Cenâbı Hakk, Tebbet Sûresini inzal buyurmuştu.
Sûre, Ebû Leheb ve karısının çirkin davranışlarını ve akıbetlerini mevzu ediyordu.
Bunu duyan Ümmü Cemil, artık yerinde duramaz oldu. Eline bir taş
alarak Mescidi Haram’a geldi. Peygamber Efendimiz, sâdık dostu Hz.
Ebû Bekir’le orada oturuyorlardı. Ümmü Cemil, Hz. Ebû Bekir’i gördü,
fakat yanında oturan Kâinatın Efendisini farkedemedi ve, “Ey Ebû Bekir!.. Arkadaşın nerede? Ben işittim ki, beni hicvetmiş. Ben görsem, bu taşı onun ağzına vuracağım!” dedi.
Ebû Bekir’i gören göz, Kâinatın Efendisini göremiyor ve neticesiz geridönüyordu.
Elbette göremezdi! Allah’ın hıfz ve inayeti altında bulunan Sultanı
Levlak’ı görmek, bir Cehennem oduncusunun haddine mi düşmüştü?

Ebû Cehil’in Elleri Yukarıda Kaldı
Buna benzer bir hâdise de Ebû Cehil’in başına gelir. Bir gün, kabilesine şöyle söz verdi:
“Vallahi, secdede Muhammed’i görürsem, başını bu taşla ezeceğim!”
Ertesi gün, zor kaldırabileceği büyük bir taş alarak gitti. Resûli Ekrem
secdedeydi. Taşı kaldırıp tam vuracakken, elleri yukarıda kaskatı kesildi;
tâ Kâinatın Efendisi namazını bitirip kalkıncaya kadar… Namaz bitince
Ebû Cehil’in de eli çözüldü; çünkü, artık ihtiyaç kalmamıştı!
Ebû Cehil’in Bir Teşebbüsü Daha…
Her şeye rağmen Peygamber Efendimizi rahatsız etmekten
vazgeçmeyen Ebû Cehil, yine bir gün, “Vallahi, Muhammed’i secdede
görürsem, boynuna basacak ve boynunu yerlere sürteceğim!” diye yemin etti.
Tam o sırada Resûli Kibriya Efendimiz çıkageldi. İbni Abbas, durumu
kendilerine arzedince, birden hiddetlendi ve kapıdan girmeyi dahi
beklemeden, aceleyle duvardan aşıp Mescidi Haram’in içine girdi. Alak
Sûresini sonuna kadar okudu ve secdeye vardı.
Etrafta bulunanlar Ebû Cehil’e, “Ey Ebû Cehil!.. İşte, Muhammedi. .” diye seslendiler.
Ebû Cehil’in Resûli Ekrem’e doğru ilerlemesiyle dönmesi bir oldu.
Seyredenler şaşkınlık içinde, “Ne oldu? Neden döndün?” diye sordular.
Ebû Cehil, onlardan daha şaşkın bir eda içinde, “Benim gördüğümü
siz görmüyor musunuz?” diye cevap verdi ve arkasından ilâve etti:
“Vallahi, onunla benim arama ateşten bir uçurum açıldı!”
Müşrik ileri gelenlerinin en ağır işkence ve suikast teşebbüsleri
karşısında, Cenâbı Hakk da, Sevgili Resulünü işte böylesine koruyor ve himaye ediyordu!
Peygamberimiz, Kureyş ‘i Cenâbı Hakk ‘a Havale Ediyor!
Kureyş müşriklerinin Peygamber Efendimize eziyet, hakaret ve
suikastleri çeşitli suretlerde oluyordu.
Resûli Ekrem, bir gün Kabe’de huşu içinde namazını eda etmekte idi.
Müşriklerden bir grub da Kabe civarında toplanmış, konuşuyorlardı.
İçlerinde, Ebû Cehil de vardı. Ortaya fırlayarak, topluluğa, “Hanginiz
gidip filancalarda bugün boğazlanan devenin işkembesini ve döl eşini
olduğu gibi kanlı kanlı getirip, secdede iken onun üzerine koyar?” diye seslendi.
Gözü dönmüşlerden biri olan Ukbe bin Ebû Muayt, ortaya atıldı. “Ben
yaparım!” dedi ve oradan ayrıldı. Az sonra, ruhu kararmış bu adam,
elinde deve işkembesiyle Peygamber Efendimizin yanında göründü.
Resûli Ekrem, her şeyden habersiz, Cenâbı Hakk’ın huzurunda secdeye varmıştı.
Gözü dönmüş Ukbe, getirdiği deve işkembesini iki küreği arasına koydu.
Ruh ve vicdanları şirkin karanlıklarına gömülü müşrikler, manzarayı kahkahalarla seyrediyorlardı. Muhterem babasının, müşriklerin bu âdice hareketine mâruz kaldığını
duyan Hz. Fâtırna, koşa koşa geldi. İşkembeyi tuttuğu gibi, suratlarına
çarparcasına müşrik güruhuna doğru fırlattı.
Namazını bitiren Hz. Resûlullah’ın mübarek dudaklarından,
“Allah’ım, Kureyş’i Sana havale ediyorum!” cümlesi döküldü.
Bu cümlesini üç kere tekrarladı. Sonra da müşrik elebaşlarının isimlerini
teker teker zikrederek, onları da Sonsuz Kudret Sahibi Cenâbı Hakk’a havale etti.

Abdullah b. Amr Anlatıyor
Resûli Ekrem Efendimize müşriklerin yaptığı bir başka eziyet ve
hakaret hâdisesini, Abdullah b. Amr Hazretleri şöyle anlatır:
“Bir gün, Kureyş’in ileri gelenleri, Hıcır denilen yerde toplanmışlardı.
Ben de orada bulunuyordum. Kureyşliler, Allah Resulü hakkında
konuşarak şöyle diyorlardı:
‘”Biz, bu adamın işinde sabrettiğimiz kadar hiçbir şeye karşı sabır
göstermedik. Bu adam, bizi akılsızlıkla ittiham etti. Babalarımıza, dedelerimize
hakaret etti. Dinimizi ayıpladı, birliğimizi bozdu, putlarımıza dil
uzattı. Onun yaptığı bunca şeylere biz sabrettik.’
“Kureyş, bunu konuşup dururken, birdenbire Allah Resulü
görünüverdi. Yürüyerek geldi. Hacerû’lEsved’i öptü. Sonra Kabe’yi tavaf
etmek üzere yanlarından yürüyüp geçti. Bu sırada Kureyşliler, kendilerine
lâf attılar. Allah Resulü, son derece üzüldü. Üzüntüsünü, birdenbire değişen yüzünün renginden farkettim. “Allah Resulü, tavafına devam etti. İkinci defa Kureyş topluluğunun
yanından geçerken, yine onların sözlü sataşmalarına mâruz kaldı. Yine
fazlasıyla üzüldü. Üzüldüğünü, yine yüzünden farkettim. “Allah Resulü, üçüncü defa Kureyşlilerin yanından geçerken yine aynı şekilde kendisine lâfla sataştılar.
“Bunun üzerine Allah Resulü, durdu ve onlara dönüp şöyle konuştu:
‘”Ey Kureyşliler!.. Sözlerimi duyuyor musunuz? Varlığım kudret
elinde olan Allah’a yemin ederim ki, başınıza felâket gelecektir!”
Nebîyyi Ekrem’in bu hitabı, topluluk üzerinde derin bir tesir meydana
getirdi. Hiçbiri yerinden kımıldamadı. Sonunda, daha önce onun
hakkında en çok aleyhte konuşup arkadaşlarını kışkırtanlar (başta Ebû
Cehil) bile, en iyi sözlerle gönlünü almaya çalışarak şöyle dediler: ‘”Yâ Ebe’lKasım, haydi selâmetle git. Vallahi, sen câhillerden, kendini bilmezlerden değilsin!’
“Allah Resulü de yanlarından uzaklaşıp gitti. “Ertesi gün, Kureyşliler, yine Hıcır denilen yerde toplandılar. Ben yine aralarında idim. Aynı şekilde Allah Resulü hakkında ileri geri konuşuyorlar ve şöyle diyorlardı:
‘”Muhammed’in size yaptıklarını ve onun hakkında size verilen
haberleri söyleyip duruyorsunuz. Fakat gelip karşınıza dikilerek, yüzünüze karşı kötü(!) şeyler söylediği zaman ona dokunmuyor ve serbest bırakıyorsunuz!’
“Onlar böyle konuşup dururlarken yine Resûlullah çıkageldi.
“Kureyşliler hemen oturdukları yerden fırlayarak etrafını sardılar.
Onun kendi taptıkları ve dinleri hakkında söyledikleri sözleri zikrederek,
‘Hakkımızda şu şu sözleri söyleyen, sen misin?’ dediler.
“Nebîyyi Ekrem, cevaben, ‘Evet, bunları söyleyen benim!” dedi.
“Bunun üzerine hep birden Resûlullah’ın üzerine atıldılar. Biri onun
yakasına yapıştı. Bu sırada biri koşarak Hz. Ebû Bekir’e durumu haber
verdi. Hz. Ebû Bekir, hemen Mescidi Haram’a girdi. Gözyaşları arasında
müşriklere, ‘Allah belânızı versin! ‘Rabbim Allah’tır.’ diyen bir zâtı
öldürmek mi istiyorsunuz?’ diye seslendi. “Bunu duyan Nebîyyi Ekrem, ‘Bırak onları ya Ebû Bekir!.. Varlığım kudret elinde olan Allah’a yemin ederim ki, ben onların hepsinin
hakkından geleceğim!’ dedi. “Bu sözü işiten Kureyşliler korktular ve Resûlullah’ı bırakarak dağıldılar.” “Rabbim Allah’tır.” dediği ve halkı bu ulvî hakikate çağırdığı için
Resûli Kibriya Efendimize reva görülen çirkin hareketler bunlarla da kalmıyordu.
Yine bir gün, Kabe yanında namaz kılıyordu. Alnını Yüce Yaratıcısının
huzurunda yere koyar koymaz, serseri Ukbe b. Ebî Muayt, ridâsıni topladı
ve boynuna doladı; olanca gücüyle sıktı. Maksadı, onu boğmaktı.
O arada Hz. Ebû Bekir yetişip Peygamber Efendimizi bu serserinin
elinden kurtardı. Sonra da âdeta kâinata işittirmek istiyormuşçasına,
“Siz, bir adamı, ‘Rabbim Allah’tır.’ diyor diye öldürür müsünüz? Hâlbuki,
o, size Rabbinizden apaçık mucizelerle gelmiştir. Buna rağmen o,
zannettiğiniz gibi bir yalancı ise(!) yalanının günahı kendisine aittir;
fakat, dâvasında doğru ise, elbette sizi korkuttuğu azabların bir kısmı
olsun gelir, dokunur. Muhakkak Allah, haddi aşan dâvasında yalancı
olan bir kimseyi hidâyete erdirmez.” mealindeki âyeti kerîmeyi okudu.

ÖLDÜRMEYE TEŞEBBÜS
İçlerinde Ebû Cehil ve Velid b. Muğire’nin de bulunduğu Mahzum
Oğullarından bir topluluk, uzun uzun konuştuktan sonra Peygamber
Efendimizin vücudunu ortadan kaldırmaya karar verdiler. Vazifeyi,
Velid b. Muğire yerine getirecekti.
Resûli Ekrem, namazda Kur’ân okumaya başladığı bir sırada, Velid
yanına kadar sokuldu. Fakat o da ne? Öldürmeye gittiği zâtın sesi var,
okuduğu Kur’ân şirk kiriyle paslanmış kulağına geliyor, fakat gözü onu bir türlü göremiyordu.Velid şaşkınlaştı. Telâşla arkadaşlarının yanına döndü ve durumu anlattı.
Bu sefer hep beraber gittiler. Fakat, yine Efendimizi görmeye
muvaffak olamadılar. Çünkü, ileri gittiklerinde ses arkadan, arkaya doğru gittiklerinde ise ses ön taraftan geliyordu. Nihayet hayretler içinde kalıp dağıldılar.

PEYGAMBERİMİZE EN AĞIR GELEN GÜN
Kâinatın Efendisi, bir gün, evinden çıkmış, gidiyordu. Kureyş’ten köle
olsun, hür olsun kime uğradıysa, âdeta birbirleriyle söz birliği etmişçesine
onu yalanladılar, sözle eziyet ve hakarette bulundular. O gün, eziyetli
ve sıkıntılı günlerinin en ağırlarından biriydi.
Kâinata bir rahmet güneşi olarak doğan Peygamber Efendimiz,
müşriklerin bu küstahça hareketleri karşısında evine döndü. Birazcık
olsun üzüntüsünü yok etmek, sıkıntısına gidermek için örtüsüne büründü ve yattı.

PEYGAMBERİMİZ VE MÜSLÜMANLAR DÂRÛ’LERKAM’DA
Efendimizin peygamberliğinin 5. senesi… Milâdî 615…
Kureyş müşriklerinin Müslümanlar üzerindeki baskı, eziyet ve
işkenceleri gün geçtikçe artıyordu. Müslümanlar dinî vazifelerini ve ibâdetlerini
rahat ve serbest bir şekilde îfa edemez bir durumla karşı karşıya gelmişlerdi.
İslâm ve îmanın tâlimi, Allah’a ibâdet ve taatin serbestçe yapılabilmesi
için emin bir yer gerekliydi. Allah Resulü, bizzat bu emin yeri aradı ve
tesbit etti: Safa Tepesinin doğusunda dar bir sokak içinde bulunan ilk
Müslüman Erkam b. Ebî’lErkam b. Esed’in evi… Bu ev, giriş çıkışlar için
elverişli, etraftan gelen gidenlerin kolayca kontrol edilebileceği emin bir yerdi.
Artık, Kâinatın Efendisi Peygamberimiz burada muallim, ilk Müslümanlar
da talebe idiler. Burada öğrendiklerini imkân ve fırsat dâhilinde
başkalarına da duyuruyor ve aktarıyorlardı. Böylelikle Dârû’lErkam’ı,
Nebîyyi Ekrem Efendimizin hocalığını yaptığı ilk medrese, ilk İslâm Üniversitesi saymak mümkündür! Hz. Ömer’in İslâm’la şereflenmesine kadar, Resûli Ekrem, İslâm’ı
öğretme ve anlatma vazifesini burada yürüttü. Başta Hz. Ömer olmak
üzere birçok kimse bu evde Müslüman olma şerefine erdiler.
Dârû’lErkam’ı Erkam b. Ebî’lErkam Hazretleri, hiç satılmamak ve
tevarüs olunmamak şartıyla vekil olarak oğluna bırakmıştır. İslâm tarihinde büyük ehemmiyeti hâiz bulunan bu ev, bugün Kabe karşısında, “Dârû’lHayzuran” adıyla anılmakta ve dinî bir okula tahsis edilmiş bulunmaktadır.

YÂSİR AİLESİNİN BAŞINA GELENLER
Yâsir, Mekke’ye Yetnen’den gelmişti.
Burada, Mahzum Oğullarından Ebû Huzeyfe b. Muğire’nin himayesine
girmişti. Sonradan Ebû Huzeyfe, onu, cariyesi Sümeyye’yle
evlendirmişti. Bu evlilikten iki erkek çocuğu dünyaya geldi: Ammar ve Abdullah…
Bütün ferdleriyle saadet dairesine giren bu aileye, başta Mahzum
Oğullan olmak üzere bütün müşrikler, çekilmez işkenceler, dayanılmaz
eziyetlerle göz açtırmıyorlardı. Mahzum Oğulları, îman ve İslâm’dan
vazgeçsinler diye, güneşin her tarafı sıcaklığıyla kavurduğu bir sırada, âdeta
Cehennem ateşi kesilen taşlıkta onlara işkence ediyorlardı.
Peygamberimiz, Sabır Tavsiye Ediyor!
Yine bir gün Yâsir Ailesi, işkence altında zâlim müşrikler tarafından
inletilirken, Resûli Ekrem Efendimiz üzerlerine çıkageldi. Yürekler
parçalayıcı bu durum karşısında, “Sabredin ey Yâsir Ailesi!.. Sabredin ey
Yâsir Ailesi!.. Sabredin ey Yâsir Ailesi!.. Sizin mükâfatınız Cennet’tir.
Sabredin ey Yâsir Ailesi!..” diyerek sabır tavsiyesinde bulundu.
İşkence altında kıvranan Yâsir, “Yâ Resûlallah!..” dedi, “Bu iş daha ne
zamana kadar böyle sürüp gidecek?”
Resûli Kibriya Efendimiz, bu suale, “Allah’ım, Yâsir ailesinden rahmet
ve mağfiretini esirgeme.” duasıyla karşılık verdi.
Bu hâdiseden bir müddet sonra Hz. Yâsir, dayanılmaz işkenceler
altında izzetiyle ruhunu Rabbine teslim etti. Böylece, “Müslüman
erkeklerden ilk şehid” şerefi kendisinin oldu.
Oldukça yaşlanmış, zaîf ve nahif bir kadın olan, Yâsir’in hanımı
Sümeyye de, işkence etsin diye Ebû Cehil’e havale edilmişti.
Ebû Cehil, işkenceden işkenceye uğrattığı bu yaşlı, zaîf ve kimsesiz
kadına küstahça ve âdice, “Sen, güzelliğine âşık olduğun için,
Muhammed’e îman ettin!” diyordu.
Bu âdice ithama, îman âbidesi kesilmiş Hz. Sümeyye, bir müşrike
söylenebilecek en ağır lâflarla mukabele edince, Ebû Cehil hiddete geldi
ve elindeki mızrağı saplayarak şehid etti. Hz. Sümeyye de böylece,
“kadınlardan ilk şehid” oldu.

AMMAR’IN BAŞINA GELENLER
Ammar’ın çektikleri de yürekler parçalayıcı idi: Demir bir gömlek giydiriliyor,
güneşin yeryüzünü bütün sıcaklığıyla kavurduğu sırada dışarı
çıkartılıyor ve demir gömlek içinde ilikleri eritiliyordu.
Bu işkencelerden bir an olsun kurtulan Ammar, soluğu Nebîyyi
Ekrem’in yanında alıyor ve kendisinden bir teselli bekliyordu. “Azabın
her türlüsünü tattık yâ Resûlallah!..” diyerek hâlini arzediyordu. Resûli
Ekrem, yine sabır tavsiye ediyor ve şöyle dua ediyordu:
“Allah’ım, Ammar Ailesinden hiç kimseye Cehennem azabını tattırma!”
Hz. Ammar’a reva görülen işkence çeşitlerinden biri de ateşle dağlanması
idi. Yine bir gün böyle bir işkence altında kıvranırken Peygamber
Efendimiz rastgeldi. Mübarek elleriyle Ammar’ın başını sığayarak ateşe,
“Ey ateş!.. İbrahim’e (a.s.) serin ve selâmet olduğun gibi Ammar’a da öyle
ol!” diye dua etti. Sonra da Ammar’a, şu haberi verdi:
“Ey Ammar!.. Sen (bu işkencelerle) ölmeyecek, uzun bir müddet
yaşayacaksın. Senin ölümün, azgın bir topluluğun eliyle olacaktır.”
“Kalbimde îman Ferahlığı Var!”
Yine bir gün Ammar, uğradığı işkenceden dolayı ağlıyordu. Bu haliyle
onu gören şefkat timsâli Peygamber Efendimiz, mübarek elleriyle gözyaşlarını
sildi; sonra da, “Seni kâfirler tuttu da suya mı bastı? Onlar, seni
bir daha tutar da sana şöyle şöyle derler ve işkencelerine devam
ederlerse, sen de onlara istediklerini söyle ve kurtul.” dedi.
Bu, hayatını zâlim müşriklerin elinden kurtarmak için Ammar’a bir müsaade idi!
Bu müsaadenin verilişinden bir müddet sonra, Ammar yine müşrikler
tarafından yakalandı ve işkenceden işkenceye uğratıldı. İşkence edilirken de kendisine şu teklif yapılıyordu: “Muhammed’e küfretmedikçe, Lat ve Uzza’ya tapmanın da onun dininden hayırlı olduğunu söylemedikçe, sana işkence etmekten asla
vazgeçmeyeceğiz!” Zavallı Ammar’in dilinden, çaresiz olarak müşriklerin söyledikleri
döküldü. Muradlarına eren gaddarlar, Ammar’ı serbest bıraktılar.
İşkence ve azab yükü altında ezilmekten kurtulan Ammar, doğruca
Resûli Ekrem’in huzuruna vardı. Efendimiz, kendisine, “Kurtulduğun,
yüzünden belli!” deyince, cevabı şu oldu: “Hayır, vallahi kurtulmadım!”
“Hz. Ammar, daha sonra Sıffîn Harbinde katledildi. Hz. Ali, onu,
Muaviye’nin taraftarlarının bâğî [azgın] olduklarına hüccet gösterdi.
Fakat, Muaviye te’vil etti. Amr b. As dedi: Bâğî, yalnız onun katilleridir;
umumumuz değiliz.'” (Bkz. Bediüzzaman Said Nursî, Mektûbat, s. 110).
ibni Sa’d, Tabakat, c. 3, s. 248.
Peygamber Efendimiz, “Niçin?” diye sorunca da Ammar, “Ben, senden vazgeçirildim. Lat ve Uzza’nın da senin dininden hayırlı olduğunu bana söylettirdiler!” karşılığını verdi.
Ammar üzgündü, Ammar şaşkındı. Dünya başına yıkılacakmış gibi,
heyecan ve korku içinde Resûli Kibriya’nın huzurunda dikilmiş,
duruyordu. Müşriklerin işkence ve eziyetlerinden kurtulmuştu, ama
şimdi başka bir tehlikeyle karşı karşıya gelmişti!
Resûli Ekrem, “Müşriklerin dediklerini söylerken kalbini nasıl buldun?” diye sordu.
Ammar’in kalbinden kopup gelen cevabı şu oldu:
“Kalbimi îman ferahlığı ve rahatlığında, dinime bağlılığımı da demirden daha sağlam buldum!” Bunun üzerine Resûli Ekrem Efendimiz, “Sana vebal yok ey Ammar!..
Eğer, onlar seni yine yakalar, bunu sana tekrarlatmak isterlerse, sen de
söylediklerini tekrarlayıp kurtul!” diyerek Ammar’in hem gönlünü,
hem yüzünü ferah ve sürura garketti.
Bu hâdise üzerine, Yüce Allah, şu mealdeki âyetini inzal buyurdu:
“Kalbi îmanla karar bulmuş olduğu hâlde (küfür kelimesini
söylemeye) zorlananlar (ve böylece yalnız dilleriyle söyleyenler)
müstesna, kim Allah’a küfrederse, onlara şiddetli bir azab var; fakat, küfre
bağrını açanlar üzerine, Allah’tan bir gazab ve kendilerine çok büyük bir azab vardır.”
Şu hâlde, kalbi îmanla karar bulmuş bir mü’mine burada bir ruhsat
tanınmaktadır: O da, düşman tarafından canının veya herhangi bir azasının
yok edilme tehlikesi bahis mevzu olduğu zaman, yalnız diliyle
küfür kelimesini söylemesi caizdir. Ancak bunun, kalbin îmanla mutmain
olması şartıyla bir ruhsat olduğu hatırdan çıkarılmamalıdır. Bunun
yanında, hakkı söylemek ve dinin izzetini korumak için helak olmayı
göze alıp küfür kelimesinin lisanla dahi olsa söylenmemesi azimettir. Bu hususta ruhsatla değil de, azimetle amel etmek ise, daha faziletli bir hareket sayılmıştır.

Hz. EBÛ BEKİR’İN İŞKENCEYE MÂRUZ KALIŞI
Resûlullah Efendimiz, bir gün Dârû’lErkam’da ilk Müslümanlardan
birçoğuyla oturuyordu. Başta Hz. Ebû Bekir olmak üzere hepsinin gönlünde,
“tevhid dâvasını müşriklere karşı açıklamak” arzusu, bir iştiyak
hâlini almıştı. Bunu gerçekleştirmesi için Resûli Kibriya Efendimizden
ricada bulundular. Fakat, Hz. Resûlullah, tedbiri elden bırakmak
istemiyordu. Henüz böyle bir hareket için zamana ihtiyaç vardı. “Biz
henüz azız, bu işe yetmeyiz!” diye konuştu.
Fakat, îmanın taptaze heyecan ve şevkini tertemiz gönüllerinde taşıyan
bu yeni Müslümanlar, yerlerinde âdeta duramaz hâle gelmişlerdi.
Bunu hisseden Fahri Âlem Efendimiz, sonunda kendileriyle birlikte Mescidi
Haram’a gitti. Bir tarafa oturdular. Müşriklerden bir topluluk da oradaydı.
Allah ve Resulüne îman aşkıyla yanıp tutuşan Hz. Ebû Bekir, kalbinin
derinliklerinden kopup gelen gerçekleri insanlara duyurmak arzusunun
önüne geçemedi ve orada müşriklere dönerek, Allah’a îmanın ulviyet ve
kutsiyetini, buna karşılık puta tapmanın pespayeliğini ve onlara hürmet etmenin sefaletini haykırdı. Müslümanlara karşı kin ve düşmanlık ile dolu olan müşrikler,           Hz. Sıddık’a saldırdılar, her tarafını kan revan içinde bıraktılar. Ellerinden,
ancak kabilesi Teym Oğullarından birkaçının araya girmesiyle kurtulabildi.
Demirli ayakkabıların darbelerine mâruz kalan Hz. Ebû Bekir,
kendinden geçmişti. Baygın bir hâlde evine götürdüler. Gün boyu baygın
kaldı ve ancak akşamüzeri kendine gelebildi.
Sanki, onca darbelere mâruz kalan kendisi değilmiş, sanki yüzü gözü
kan revan içinde bırakılan bir başkasıymış gibi, dudaklarından dökülen
ilk cümleler şunlar oldu:
“Resûlullah ne yapıyor, ne hâldedir? Ona dil uzatmışlardı, hakaret etmişlerdi!”
Hz. Ebû Bekir, bu sözleriyle, Hz. Resûlullah’a olan sadâkatinin şaheser
bir örneğini veriyordu. Kan revan içindeki hâline bakmadan, yara berelerinin
acısına sızısına aldırmadan, Nebîyyi Zîşan’ın durumunu öğrenmek
istiyordu; hem de o Nebîyyi Muhterem’e şiddetle muhalefet edenler arasında…
Kendisine yemek teklifinde bulundular; “Aç kaldın, susuz kaldın! Bir şeyler yiyip içmez misin?” dediler. O ise hep, “Resûlullah ne hâldedir, ne yapıyor?” diye soruyordu.
Annesinin, Resûli Ekrem’in dâvasından haberi yoktu. Henüz îman etmeyenler
arasında bulunuyordu. Nasıl olursa olsun, Allah Resulünün
durumunu öğrenmeliydi. Annesine, “Git,” dedi, “Hattab’ın kızı Ümmü
Cemil’e sor. Resûlullah hakkında bana haber getir!”
Ümmü Cemil, îman etmiş bahtiyar bir kadındı. Fakat, Resûli
Ekrem’den aldığı dersle tedbirli ve ihtiyatlı davranıyordu.
Ebû Bekir’in annesi Ümmü Hayr, ona, “Ebû Bekir, senden, Abdullah’ın
oğlu Muharnmed’i soruyor.” deyince; “Ben, onun hakkında bir şey
bilmiyorum. Ama istersen, beraber oğlunun yanına gidelim.” diye cevap verdi.
Ashnda, Ümmü Cemil’in Resûlullah’tan haberi vardı. Ancak, bir tertip ve tuzakla karşı karşıya bulunma ihtimalini göz önünde bulundurarak böyle cevap vermişti.
Hz. Ebû Bekir’i yüzü gözü yarılmış bir vaziyette gören Ümmü
Cemil’in içi burkuldu ve kendisini zabtedemeyerek, “Sana bunları reva
gören bir kavim, şüphesiz azgın ve sapkındır! Allah’tan dileğim, onlardan
intikamını almasıdır!” diye haykırdı.
Ümmü Cemil’den Resûli Ekrem’in selâmette olduğunu öğrenmesine
rağmen Hz Ebû Bekir’in içi, yine de rahat etmiyordu. Annesine, “Vallahi,
gidip Resûlullah’ı görmedikçe ne yer, ne de içerim!” dedi.
Onu, Resûli Ekrem’e götürmekten başka çâre yoktu. Fakat bu haliyle
nasıl gidebilirdi? Dârû’lErkam’a kadar nasıl yürüyebilirdi?
Etraf tenhalaşınca, annesi ve Ümmü Cemil’e yaslanarak sendeleye
sendeleye Resülullah’ın huzuruna vardı. Senelerden beri birbirlerini
görmemiş candan dostlar gibi kucaklaştılar. Resûli Ekrem’in durumunu
gözleriyle gördükten sonra, “Annem babam sana feda olsun Yâ Resûlallah!..
O azgın, sapkın adamın (Utbe b. Rabia) yüzümü yerlere sürtüp bilinmez
hâle getirmesinden başka herhangi bir üzüntüm yok!”diye konuştu.
O anda bile Hz. Ebû Bekir’in gönlü îman ve İslâm’a hizmet aşkıyla alev alev yanıyordu.
Peygamber Efendimize annesini göstererek, “Bu, annem Selma’dır.”
dedi, “Onun hakkında Allah’a duada bulunmanızı arzu ediyorum. Umulur
ki Allah, onu Cehennem ateşinden hatırın için kurtarır!”
Bu samimî arzu, samimî duayla birleşti ve o anda orada Ümmü’1Hayr
Selma Hâtûn, “bahtiyar mü’mineler” safına katıldı.

BÜTÜN BUNLAR İMTİHANDI!
İlk Müslümanların mâruz kaldıkları bu işkence, eziyet ve hakaretler,
karşı karşıya bulundukları güçlükler ve mâniler, Allah tarafından aynı
zamanda birer imtihandı. Mesele sâdece “îman ettim.” demekle bitmiyordu;
îmandaki sadâkat, samimîyet ve sabırlarının da ölçülmesi gerekiyordu!
Öylesine güçlükler, işkence ve eziyetler olacak ki, gerçekten îman etme
arzusunu ruhunda taşıyanlar, bütün bunlara aldırmadan îman edecekler; bu arzuyu ciddî olarak gönüllerinde taşımayanlar ise, hâlis mü’minlerden ayrılacaklardı.
Nitekim, şu âyeti kerîme de bu hususa işaret eder:
“Doğrusu Biz, onlardan evvelkileri de (çeşitli musibetlerle) denedik.
Allah (imtihan suretiyle îmanında) sâdık olanları da muhakkak bilecek,
yalancı olanları da elbette bilecek.”
Demek ki, îmanında samimîyetin en mühim bir ölçüsü, karşılaştığı
güçlükler, işkence, eziyet ve ızdıraplar karşısında boyun eğmemektir.
Dayanılmaz işkenceler, hakaretler, eziyet ve zulümler, Allah’a îmanın
ve Resulüne tâbi olmanın gerçek şuuruna eren hakikî Müslümanların
cesaretini kıramıyordu. Onların hidâyet dairesinde sebat etmelerine ve
başkalarının da o daireye koşmasına mâni olamıyordu. İşkenceler, eziyet
ve hakaretler, âdeta İslâm ateşinin daha gür yanması, daha kuvvetli parlaması
için birer odun mesabesine geçiyordu. Onlar eziyet ve işkencelerine
devam ettikçe, İslâm dâvası da bir başka hızla gelişiyor,yayılıyor, ruh
ve gönüller üzerindeki nurdan saltanatını devam ettiriyordu.
Şurası muhakkaktır ki, zor ve tahakküm hiçbir zaman, hiçbir devirde
devamlı olarak hak ve hakikati yenememiş, boğamamış ve kendine esir
edememiştir; aksine, hak ve hakikat, çoğu kere zoru da, tahakkümü de,
zulüm ve zulmeti de yenmiş, yok olmaya mahkûm etmiştir.
Asrı Saadet Müslümanlarının dayanılmaz işkence ve zulümler
karşısında gösterdikleri eşsiz cesaret, engin sabır ve hârika metanet, cidden
insaf ve basîret sahiplerinin gözlerini yaşartacak bir ulvîyete sahiptir
ve günümüz Müslümanları için de birçok ibreti hâvidir.
Öyle ki, İtalyan Muharrir Tarihçi Leone Kaitano gibi azılı bir İslâm
düşmanı bile, şu itirafı yapmaktan kendini alamamıştır:
“Hayret, hayrettir ki, aralarında bir tane bile dönek yoktur!”
Asıl hayret edilecek husus ise, böyle bir itirafta bulunan muharririn,
İslâm’a gönlünü ve kalemini teslim edeceği yerde, düşmanlıkta devam
etmesi, âdeta gündüzün ortasında güneşi görmemek için gözünü kapamasıdır!

Müşriklerin Ebu Talib’e Şikayetleri ve Yeni İstekleri
Başvurulan tertip, eziyet ve işkencelerin hiçbiri, Resûli Ekrem Efendimizi
İslâm’ı tebliğ etmekten alıkoyamıyordu. Üstelik, amcası Ebû Tâlib de,
yaptıklarına ve söylediklerine karşı çıkmıyor, bilâkis onu koruyordu.
Müşrikler, bu sefer başka bir yol denediler. İleri gelenlerinden 10 kişi,
Ebû Tâlib’e gelerek, “Ey Ebû Tâlib!..” dediler, “Yeğenin putlarımıza
sövdü, dinî inançlarımızı kötüledi; akılsız olduğumuzu, babalarımızın,
dedelerimizin yanlış yolda gitmiş olduklarını söyleyip durdu. Şimdi sen,
ya onu bunları yapmaktan ve söylemekten alıkoy veya aradan çekil”261
Ebû Tâlib, bu teklif karşısında ne yapacaktı? Bir tarafta kavminin gelenek
ve âdetleri, diğer tarafta yeğenine karşı olan samimî sevgisi!..
Hangisini tercih edecekti?
Sonunda, yumuşak ve güzel sözlerle müşrik heyetini başından savdı.
Ebû Tâlib ‘e İkinci Şikayet
İlk şikâyetlerinden hiçbir netice alamadıklarını gören müşrikler, Ebû
Tâlib’e tekrar başvurdular: “Ey Ebû Tâlib!.. Sen, bizim yaşlı ve ileri gelenlerimizden
birisin. Yeğenini yaptıklarından vazgeçirmek için sana
müracaat ettik; fakat, sen istediğimizi yapmadın. Vallahi, artık bundan
sonra onun babalarımızı, dedelerimizi kötülemesine, bizi akılsızlıkla
itham etmesine, ilâhlarımıza hakaretlerde bulunmasına asla tahammül
edemeyiz! Sen, ya onu bunları yapıp durmaktan vazgeçirirsin yahut da
iki taraftan biri yok oluncaya kadar onunla da, seninle de çarpışırız!”
Ebû Tâlib, tehlikeli bir durumla karşı karşıya bulunduğunun
farkındaydı: Kavmi tarafından terkedilmek istemezdi; ama, yeğeni Kâinatın
Efendisinden de vazgeçemezdi! O hâlde ne yapabilirdi? Derin derin
düşündükten sonra, Resûli Ekrem’i (s.a.v.) yanına çağırarak, yalvarırcasına,
“Kardeşimin oğlu!.. Kavminin ileri gelenleri bana başvurarak,
senin onlara dediklerini bana arzettiler. Ne olursun, bana ve kendine acı!
İkimizin de altından kalkamayacağımız işleri üzerimize yükleme!
Kavminin hoşuna gitmeyen sözleri söylemekten artık vazgeç!” dedi.
Durum, oldukça nâzikti. Bir bakıma, o güne kadar kavmi içinde kendisine
yegâne hâmilik eden, Ebû Tâlib’ti. O da mı himayeden vazgeçecekti?
Bu teklifle karşı karşıya kalan Nebîyyi Ekrem Efendimiz, bir müddet
mahzun mahzun düşündü. Sonra, hakikî muhafızının Cenâbı Hakk
olduğunu bilmenin gönül rahatlığı içinde, amcasına cevabı, kılıç kadar
keskin, kayalar gibi sert ve kesin oldu: “Bunu bilesin ki, ey amca!..
Güneş’i sağ elime, Ay’ı da sol elime verseler, ben yine bu dinden, bu tebliğden vazgeçmem! Ya Allah bu dini hâkim kılar yahut ben bu uğurda canımı veririm!”
Öz amcasının kendisini terkedeceği endişesini duyan Peygamber
Efendimiz, bu cevabını verirken gözyaşlarını tutamamıştı. Mübarek
gözyaşları, sanki amcasının gönlüne damlıyordu! Bu hâlini gören amcası,
onu nasıl yalnız başına bırakabilirdi? Zâtına karşı böylesine muhabbet
beslediği yeğenini nasıl terkedebilirdi?
Yıkılmayan bir iradeye sâhib Resûli Kibriya’nın dâvasını haykırmaktan
asla vazgeçmeyeceğini anlayan Ebû Tâlib, “Yeğenim benim!..” diyerek
boynuna sarıldı ve, “İşine devam et, istediğini yap! Vallahi, seni
asla herhangi bir şeyden dolayı kimseye teslim etmeyeceğim!” diye konuştu.
Bu söz verişten sonra, müşrikler de Ebû Tâlib’in yeğinini her şeye rağmen
koruyacağını ve asla yalnız bırakmayacağını kesinlikle anladılar.
Ebû Tâlib ‘e Başka Bir Teklif
Gözleri önünde birçok kimsenin İlâhî hidâyete koştuğunu gören
müşrikler, buna tahammül edemiyorlardı. Başka bir tedbir düşündüler.
Yine Ebû Tâlib’e başvurarak şu teklifte bulundular:
“Ey Ebû Tâlib!.. Sana Kureyş gençlerinin en güçlü, en kuvvetli, en
yakışıklısı ve akıllısı olan Umare b. Velid’i verelim; kendine evlâd edin.
Aklından, yardımından istifade edersin. Buna karşılık sen de bize, kaddeşinin
oğlunu teslim et, öldürelim! İşte, sana adam karşılığında adam! Daha ne istersin?”
Ebû Tâlib, bu mantıksız teklife, “Önce siz bana kendi oğullarınızı verirsiniz,
onları ben öldürürüm; ancak sonra onu size verebilirim!” diye cevap verdi.
Bu tekilfi müşrikler tepkiyle karşıladılar. “Bizim çocuklarımız,” dediler,
“onun yaptıklarını yapmıyorlar ki!..”
Ebû Tâlib, bu sözlerini de cevapsız bırakmadı ve sert bir dille, “Vallahi,
o, sizin çocuklarınızdan çok çok daha hayırlıdır.Siz bana çok çirkin bir
teklifte bulunuyorsunuz! Nasıl olur? Siz, oğlunuzu bana yetiştirmek
üzere vereceksiniz, benimkini ise öldürmek için alacaksınız! Buna asla
müsaade edemem!” diye konuştu. Müşriklerin kin ve nefretleri artık son haddine varmıştı. Bu nefret ve kinleri bundan böyle sâdece Resûlullah ve Müslümanlara değil, Ebû Tâlib’e de yönelmiş oluyordu!
Kaderin garib tecellîsine bakınız ki, müşriklerin Ebû Tâlib’e karşı menfî
tavır takınmaları, Haşîm Oğullarının, Resûli Ekrem’i himayelerine almalarına
vesile oldu. Himayeden sâdece biri kaçındı: Ebû Leheb.
Bu arada, Ebû Tâlib, Haşîm Oğullarını topladı ve Resûli Ekrem’in
korunması hususunda dikkatli olmalarını tenbihledi.
Ebû Tâlib’in bu tarz vaziyet alışı, Kureyş müşriklerini şu kesin karara şevketti:
Allah Resulünün hayatına son vermek!..
Bu menhus arzularını gerçekleştirmek için Mescidi Haram’a toplandılar.
Bunu duyan Ebû Tâlib, Haşîm Oğulları gençlerini bir araya topladı
ve derhâl onlarla Kabe’ye giderek müşrik topluluğuna gözdağı verdi. “Vallahi,” dedi, “yeğenim Muhammed’i öldürecek olursanız, biliniz ki, sizden hiç kimse sağ kalmaz! Biz de, siz de bu yolda helak oluncaya kadar peşinizi bırakmayız!”
Ebû Tâlib’in bu tehdidi karşısında müşrikler, tek kelime konuşamadan dağıldılar.
Ebû Tâlib, konuşmasının sonunda, Kâinatın Efendisi hakkında şöyle diyordu:
“Mübarek yüzü suyu hürmetine bulutlardan yağmur niyaz edilen
böyle bir zât hiç bırakılır mı? O, öyle bir kerem sâhibidir ki, yetimler
onun eline bakar, dullar ve yoksullar ona güvenir. Haşîm Oğulları Ailesinin
yoksulları ona sığınırlar. Haşîm Oğulları, onun sayesinde nimetlere erişmişlerdir.
“Ey Kureyş topluluğu!.. Beytullah’a yemin ederim ki, siz onu yalanlamakla
aldanıyor ve boş hayâllere kapılıyorsunuz. Muhammed hakkındaki suikastiniz ise, biz onun çevresinde pervaneler gibi dönüp uğrunda çarpışmadıkça gerçekleşir mi sanıyorsunuz? Hepimiz onun çevresinde serilip yok olmadıkça, çoluk çocuklarımızı bize unutturacak fedakârlıklarla onu müdafaa etmedikçe size bırakmayız!”

MÜŞRİKLERİN YENİ TERTİPLERİ
Bütün bu olup bitenlerden sonra, Kureyş müşrikleri, Peygamber
Efendimizin baskılarla, zulüm ve tahakkümlerle, eziyet ve işkencelerle
kendilerine boyun eğmeyeceğini anlamışlardı. Bu sebeple, yeni yeni plânlar tertiplemeyi, yeni yeni isnad ve iftiralar uydurmayı tasarladılar. Hedef, Resûli Ekrem Efendimizin yüce şahsiyetini (hâşâ) nazarlarda küçültmek, ulvî maksat ve gayesinin insanlarca
duyulmasına engel olmaktı! Bu maksatla, hürmet ettikleri büyüklerinden biri olan Velid b. Muğire etrafında toplandılar. Günden güne gelişen, gönüllere saadet bahşeden îman,
İslâm dâvası ve onun temsilcisi olan Resûli Kibriya Efendimiz hakkında konuşmaya başladılar. Fikir babalarından biıri olan Velid b. Muğire, etrafında toplanmış, yüzlerine
şirkin çirkinliği aksetmiş bulunan arkadaşlarına, “Ey Kureyşliler!..”
dedi, “İşte, hacc mevsimi de gelip çattı. Arab kabîleleri yurdumuza akın
edeceklerdir. Muhakkak, onlar, şu adamımız Muhammed’in meselesini
de duymuşlardır. Size birtakım sorular soracaklardır. Bu sebeple onun
hakkında bir fikir etrafında birleşmemiz gereklidir; tâ ki, aramızda ihtilâfa düşmeyelim.”
Bu, kurnazca bir teklifti: Ayrı ayrı fikir beyan etmeleri, elbette onları
inanılmaz ve sözlerine güvenilmez bir duruma sokacaktı; dolayısıyla,
gelen halk üzerinde de pek tesirli olamayacaklardı.
Kureyşliler, bu kurnaz teklifin sahibini tedbir hususunda da dinlemek
istediler. “Sen,” dediler, “bize bu husustaki görüşünü, kanaatini ve tedbirini
de söyle; biz de aynısını söyleyelim ve aynı şekilde hareket edelim!”
Fakat, Velid, önce onların kanaat ve görüşlerini öğrenmek istiyordu!
Kureyş müşikleri fikirlerini beyan ettiler: “‘Kâhindir.’ deriz.”
Velid bu fikirlerine katılmadı. “Hayır… ” dedi, “Vallahi, o, bir kâhin
değildir. Biz kâhinleri görmüşüzdür. Onun okuduğu şeyler, öyle kâhin
mırıldanışları ve düzmeleri cinsinden değildir. Kâhin doğru da söyler,
yalan da… Amma, biz Muhammed’in hiçbir yalanını görmedik ki!..”
Müşrikler, “O hâlde ‘Mecnun [deli].’ diyelim!” dediler. Velid, bu görüşe de itiraz etti. “Hayır… ” dedi, “O, mecnun da değildir. Delileri görmüşüz. Deliliğin ne olduğunu biliriz. Onun hâli, bir delininkirıe asla benzemiyor!”
Topluluktan üçüncü teklif geldi: “Öyle ise ‘Şâirdir.’ deriz!”
Velid, bu görüşü de doğru bulmadı. “Hayır… O, şâir de değildir. Biz,
şiirin her çeşidini biliriz. Onun okuduğu, bunların hiçbirine benzemez!”
“O hâlde ‘Sihirbaz [büyücü].’ deriz!”
Bu fikir de Velid tarafından makbul sayılmadı. “Hayır, hayır!.. O, sihirbaz
da değildir. Biz hem sihirbazları, hem de yaptıkları sihirlerini
görmüşüzdür. Onun okudukları, ne sihirbazların okuyup üfledikleridir,
ne de düğümleyip bağladıkları… ” diye konuştu.
Bütün tekliflerinin reddedildiğini gören müşrikler, işi Velid’e havale
ettiler. “O hâlde, ey Abdûşşems’in babası, ne diyeceğimizi sen söyle!” dediler.
Velid’in konuşması şaşırtıcı oldu. “Vallahi,” dedi, “onun sözlerinde
apayrı, bambaşka bir tatlılık vardır. Onun okuduğu sözden tatlı söz
olamaz! O bir nurdur. Onun öyle bir tatlılığı vardır ki, sanki kökü çok
verimli toprakta, suyu bol bahçelerde yükselen, dalları ise etrafa uzanan
gür meyveli bir hurma ağacıdır o!..”
Müşrikler, bu ifadelerden telâşa kapıldılar: Yoksa, akıl danıştıkları ve
fikir babalarından biri saydıkları Velid de mi Müslüman olmuştu? Hele,
kendilerini terkedip evine dönmesi, telâş ve endişelerini bütün bütün
artırdı. Öyle ki, “Velid, dininden döndü!” diye söylenmeye bile başladılar.
Ancak, Velid’in dininden döndüğü filân yoktu. Hangi itham ve iftiranın
daha uygun olacağını düşünmek için evine çekilmişti! Kararını verdikten
sonra, geri dönüp Kureyşlilere şöyle dedi:
“Sizin, asılsız ve yalan olduğu kısa zamanda anlaşılacak olan bu dedikleriniz
içinde yine akla en yakın olanı, ona ‘Sihirbaz.’ demenizdir; çünkü,
o öyle büyüleyici bir sözle gelmiştir ki, o söz evlâdla babanın, kardeşle
kardeşin, karı ile kocanın, kavim ve kabilesiyle şahsın arasını açıyor!”
Bu görüş etrafında birleştiler. Artık, Peygamber Efendimize (hâşâ)
“Sihirbaz.” diyecekler,bu itham ve iftira ile halkı kendisinden uzak tutmaya çalışacaklardı!
Cenâbı Hakk, indirdiği âyeti kerîmelerde, Velid b. Muğire’nin bu kurnazca
tedbir ve plânından, “Kahrolası, ne biçim (söz) uydurdu!” buyurarak
bahsediyor ve akıbetini de şöyle ilân ediyordu:
“Ben de muhakkak onu [Velid b. Muğire’yi] Cehennem’e sokacağım!”
Kâinatın Efendisi, müşriklerin iddia ettiği gibi, bir kâhin değildi;
çünkü, kâhinin sözleri karışık ve tahminidir. Hâlbuki, onun söyledikleri,
hak ve hakikat idi; her selim akim tasdik ettiği gerçeklerdi; karışıklıktan,
tahminden uzak, kesinlik ifade eden sözlerdi. O, iddia edildiği gibi, bir mecnun da değildi; çünkü, yalnız dostları değil, en azılı düşmanları bile, yeri geldikçe, aklının mükemmelliyetine şehâdet ediyorlardı.
Serveri Kâinat, iddia ettikleri gibi, bir şâir de değildi; çünkü, onun bahsettiği
parlak, nurlu hakikatler, şiirin hayâllerinden berî ve süslemelerine
muhtaç olmaktan uzak idi!
Cenâbı Hakk, müşriklerin bütün bu iftira, isnad ve tertiplerinden
sonra indirdiği vahiyle Resulüne şöyle hitab etti:
“O hâlde ey Resulüm!.. Sen, öğüt ve nasihate devam et! Çünkü, sen,
Rabbinin (nübüvvet ve İslâm) nimeti sayesinde ne kâhinsin, ne de mecnun… “

MÜŞRİKLERİN YENİ TEKLİFLERİ
Hidâyet dairesi gittikçe genişliyor, îman ve Kur’ân nuru bütün haşmet
ve parlaklığı ile ruhları aydınlatmaya devam ediyordu.
Kureyş müşriklerinin telâş ve endişeleri ise had safhadaydı. Hele, parmakla
gösterilen kahramanlarından biri olan Hz. Hamza’nın inananlar
tarafında beklenmedik bir zamanda yer alması, kendilerini bütün bütün
şaşırttı. Şirk kalesinde gün geçtikçe yeni ve daha büyük gediklerin
açılması, onları değişik plânlar kurmaya ve yeni yeni tertiplere girmeye şevketti.
Bir gün, Kureyş Kabilesi ileri gelenlerinden Utbe b. Rebia, bir grup
müşrike, “Ey Kureyşliler!.. Muhammed’in yanına gidip konuşsam ve
kendisine bazı tekliflerde bulunsam nasıl olur? Umulur ki, o, bu tekliflerden
bazılarını kabul eder, biz de arzusunu yerine getiririz; böylece,
kendisi de, bize karşı yaptıklarından belki vazgeçer!” diye teklif etti.
Topluluk tarafından teklif kabul edildi.
Bunun üzerine Utbe, o sırada yalnız başına Mescid-i Haram’da
bulunan Nebîyy-i Zîşan Efendimizin yanına vardı ve sözüne şöyle başladı:
“Ey kardeşimin oğlu!.. Biliyorsun ki, sen aramızda şeref ve soy sop
üstünlüğü bakımından bizden daha hayırlısın ve ilerisin. Ancak, sen,
kavminin başına büyük bir iş açtın. Bu işle onların birliğini dağıttın,
akılsız olduklarını söyledin; tanrılarını ve dinlerini kötüledin; onların
gelmiş geçmiş baba ve atalarını kâfir saydın. Şayet beni dinleyecek
olursan, sana bazı tekliflerim olacak. Bunlar üzerinde düşünüp taşınmanı
istiyorum. Belki bazılarını kabul edersin!”
Resûl-i Ekrem Efendimiz, “Söyle, ey Velid’in babası, seni dinliyorum!”
deyince, Utbe, tekliflerini sıralamaya başladı: “Sen ortaya attığın bu
meseleyle şayet mal ve servet elde etmek gayesinde isen, mallarımızdan
sana hisse ayıralım, hepimizin en zengini olasın! Eğer bir şeref peşinde
isen, seni kendimize reis yapalım! Yok, eğer bu sana gelen, görüp de
üzerinden atmaya kuvvetin yetmeyen bir evham, cinlerden perilerden
gelme bir hastalık ve sihir ise, doktor getirtelim, seni tedavi ettirelim.
Seni kurtarıncaya kadar mal ve servetimizi harcamaktan geri durmayalım!”
Utbe, tekliflerini yapmış ve susmuş idi. Konuşma sırası Resûl-i Ekrem
Efendimize gelmişti. Utbe’ye, “Ey Velid’in babası!.. Söyleyeceklerin bitti mi?” diye sordu.
Utbe’den, “Evet… ” cevabı gelince, Resûl-i Ekrem, “O hâlde, şimdi sen
beni dinle.” dedi ve besmele çekerek Fussilet Sûresinin 1-36 arasındaki
âyetleri kemâl-i vakar ve heybet içinde
okumaya başladı: “Ha Mîm… Bu Kur’ân, Rahman, Rahîm (olan Allah)
tarafından indirilmedir. Bir kitaptır ki, âyetleri Arapça bir Kur’ân olmak
üzere anlayacak olan bir kavme açıklanmıştır; hem Cennet’i müjdeleyici,
hem (ateşten) korkutucu olarak… Fakat, onların (Mekke kâfirlerinin)
çoğu (Kur1-ân’dan) yüz çevirdiler. Artık onlar, dinleyip Hakk’ı kabul etmezler.”
Sûreyi secde âyetine kadar okuyup secde eden Peygamber Efendimiz,
Utbe’ye döndü ve, “Ey Velid’in babası!.. Okuduklarımı dinledin! Artık
gerisini sen düşün!” dedi.
Kur’ân’m nazmındaki i’caz, mânâsındaki tatlılık Utbe’nin çehresini
birden değiştirmişti. Öyle ki, bunu Kureyşliler farkettiler. Birbirlerine
söylendiler: “Vallahi, Ebû’l-Velid, çehresi değişmiş olarak dönüyor!”
Yanlarına gelince, “Ne getirdin? Anlat bakalım!” dediler.
Utbe, “Vallahi, ben, ömrümde benzerini hiç işitmediğim bir kelâm işittim!
Yemin ederim ki, o ne şiirdir, ne sihirdir, ne de kehânettir!” dedikten
sonra sözlerine şöyle devam etti:
“Ey Kureyş topluluğu!.. Beni dinleyin de, hatırım için bu işin peşini
bırakın, bu adamdan vazgeçin! Ondan uzak durun, ona dokunmayın!
Yemin ederim ki, benim ondan dinlediğim söz, büyük bir haberdir. Siz
onu, sizin dışınızda kalan Arab taifelerine bırakırsanız daha iyi etmiş
olursunuz. Onlar, ona engel olurlar. Eğer o, Arablara üstün gelirse, onun
hâkimiyeti sizin hâkimiyetiniz, onun şerefi sizin şerefiniz demektir.
Onun sayesinde insanların en mes’ud ve bahtiyarı olursunuz.”
Utbe’nin konuşması, Kureyşlilerin hiç de hoşuna gitmedi. Tepki
göstererek, “Ey Velid’in babası!.. Gene o, seni diliyle büyülemiş!” dediler.
Sözlerinin dinlenmediğini gören Utbe ise, “O hâlde, istediğinizi
yapın!” diyerek yanlarından uzaklaştı.
Böylece, müşrikler, Server-i Kâinat Efendimiz karşısında mağlûbiyet
üzerine mağlûbiyete uğruyorlardı. İslâm dâvasına karşı tedbir ve çâreleri
bir bir tükeniyordu. Başvurdukları her tedbir ve plân geri tepiyor, hattâ
aleyhlerine tecellî ediyordu!
Çünkü, Cenâb-ı Hakk’ın, “Ben nurumu tamamlayacağım; kâfirler,
müşrikler istemeseler bile… ” diye va’di vardı. Resulüne emri
şuydu:”Sana vahyettiklerimi halka bildir, korkma, çekinme. Çünkü, Ben,
seni insanlardan, onların şer ve belâlarından koruyacağım.”
Bunun için de, Allah Resulü (s.a.v.), îman ve İslâmiyete davet vazifesine
bıkmadan usanmadan, korkmadan çekinmeden devam ediyor, bütün
gayretiyle gönüller üzerinde tevhid bayrağını dalgalandırmaya çalışıyordu.
Bunun neticesi olarak da, inananların safi gittikçe hem daha sıklaşıyor,
hem de güçlenip kuvvetleniyordu.

MÜŞRİKLERİN, SAFA TEPESİNİN “ALTIN”A ÇEVRİLMESİNİ İSTEMELERİ!
Mekkeli müşrikler, ne eziyet ve işkencelerin, ne de mevki makam, mal
mülk tekliflerinin, Peygamber Efendimizi bir an bile dâvasında tereddüde
düşürmediğini artık kesinlikle anlamışlardı. Bu sebeple, karşısına
değişik tekliflerle çıkmaya başlıyorlardı.
Bir gün, Resûl-i Kibriya Efendimize, “Rabbine dua et! Eğer Safa Tepesini
bizim için altına çevirirse, biz o zaman seni tasdik eder, sana îman ederiz!” dediler.
Böyle bir isteği yerine getirmek, elbette insan güç ve kuvvetinin
üstünde bir işti; ama Allah’ın kuvvet ve kudreti yanında basit bir hâdiseydi.
Müşrikler, böylesine, herhangi bir insanın yapamayacağı şeyleri Peygamber
Efendimize teklif etmekle, âdeta kendilerini teselli etmeye
çalışıyorlardı: “Bakın, işte bu isteğimizi yerine getirmedi. Öyleyse neden
îman edelim?” demek istiyorlardı.
Diğer istek ve tekliflerinde, Resûl-i Ekrem Efendimiz, hep, bunları
yapmanın kendi vazifesi olmadığını, onların ancak Allah’ın isteğiyle,
kuvvet ve kudretiyle meydana gelebileceğini ifade etmesine karşılık, bu
tekliflerine aynı cevapla karşılık vermeden, “Teklifiniz yerine gelirse, bu
dediğinizi gerçekten yapar mısınız?” diye sordu.
Hep birden, “Evet, yaparız!” dediler.
Bunun üzerine Resûl-i Ekrem Efendimiz, ellerini açarak kudreti
sonsuz Rabb-i Rahîmine yalvarmaya başladı.
Elbette, Sultan-ı Levlâk’ın niyazı cevapsız kalamazdı. Ânında Cebrail
(a.s.) gelerek, “Allah Teâlâ, seni selâmlıyor ve ‘İstersen, onlara Safa
Tepesini altın yapayım. Ancak, bundan sonra da onlardan kim inkâra
kalkışırsa, varlıklarımdan hiçbirine yapmadığım bir azabla onları azablandırırım!
Yok istersen, onlara tevbe ve rahmet kapılarımı açık bırakayım.’ diyor.” dedi.
Alemlere rahmet olarak gönderilen Efendimiz, iki teklif arasında serbest bırakılmıştı. Cenâb-ı Hakk, istediğini yapacaktı. Buna rağmen o, kendisini böylesine rahatsız edip sıkıntıya sokan kavmine acıdı ve Rabbinden dileği şu oldu:
“Hayır Allah’ım!.. Onların isteklerini yerine getirme. Kendilerine rahmet
ve tevbe kapılarını açık bırak!”
Evet, Peygamber Efendimiz, “âlemlere rahmet” olarak gönderilmişti.
Kalb ve vicdanı, merhamet ve şefkatin menbaı idi. Kendisine zulmedenlere,
kendisine eziyet ve hakarette bulunanlara bile yeri geldikçe acıyor,
onları affediyordu. Hiçbir zaman şahsı için intikam olma yoluna gitmiyordu.
Kendisine zulmedenlere dahi îman saadeti ve İslâm hidâyeti diliyordu.
O, bu engin şefkat ve merhamet, bu derin af ve müsamaha ile,
gönülleri fethetmiş, kalb ve ruhları nuru etrafında pervane gibi döndürmüştür.

MÜŞRİKLERİN DEĞİŞİK BİR TEKLİFLERİ
Yapılan her teklif Resûl-i Ekrem Efendimiz tarafından reddedilmesine
rağmen, müşrikler yeni yeni teklifler bulup ileri sürüyorlardı.
İleri gelenleri, bir gün Resûl-i Ekrem’e, “Sana, içimizde en zengin adam
olacak şekilde mal verelim, istediğin kadınla evlendirelim! Yeter ki sen,
ilâhlarımızı kötülemekten vazgeç!” dediler. Sonra da şöyle konuştular:
“Eğer bu dediğimizi kabul etmez ve yapmazsan, sana yeni bir teklifimiz
var. Hem senin için, hem bizim için hayırlı olan bir teklif!..”
Resûl-i Ekrem, “Nedir, o hayırlı teklif?..” diye sordu.
Kureyş ileri gelenleri, “Sen bizim tanrılarımız olan Lat ve Uzza’ya bir
yıl tap; biz de senin ilâhına bir yıl tapalım!” dediler.
Bu, Kureyş müşriklerinin bir oyunu, bir tuzağı idi. Akıllarınca, Resûl-i
Ekrem’i böyle bir teklifle kandırmayı düşünüyorlardı. Fakat, hayatının
gayesi şirk ve küfürle mücadele olan Kâinatın Efendisi, elbette bu tuzağa
düşmeyecekti. Nitekim, Cenâb-ı Hakk, bu hâdisenin hemen sonrasında
Kâfırûn Sûresini indirdi:
“(Ey Resulüm!..) de ki:'”Ey Kâfirler!.. Ben, sizin ibâdet etmekte olduklarınıza
(putlarınıza) tapmam; siz de benim ibâdet etmekte olduğuma
ibâdet ediciler değilsiniz. Zâten, ben hiçbir vakit sizin tapmış olduklarınıza
tapıcı olmadım; siz de (hiçbir zaman) benim ibâdet etmekte
olduğum (Allah’a) ibâdet edicilerden değilsiniz. Sizin dininiz (bâtıl
itikadınız) size, benim dinim de bana!..'”
Peygamber Efendimiz, inen bu sûreyi kendilerine okuyunca, müşrikler
bu tekliflerinin de neticesiz kaldığını anladılar ve bu yoldaki ümitlerini de yitirdiler!

MÜŞRİKLERİN ÜÇ SORUSU
Hz. Resûlullah’ın dâvası karşısında çaresizlikler içinde kıvranan
Mekke müşriklerinin aklına yeni bir fikir geldi: Yahudi âlimlerinden,
Peygamberimiz hakkında bir şeyler öğrenmek!..
Bu maksatla Medine’ye giden temsilciler, Yahudi âlimleriyle görüşerek
Resûl-i Ekrem Efendimizin söylediklerinden, yaptıklarından bahsettiler;
sonra da, “Siz, elinde Tevrat bulunan bir milletsiniz. Bu adam hakkında
bize bilgi veresiniz diye size başvurduk!” dediler.
Yahudi âlimlerinin, bu isteklerine cevapları şu oldu:
“O kimseye, ‘Geçmişteki o genç delikanlıların hayret edilecek maceraları
ne idi? Yeryüzünün doğusuna batısına kadar ulaşan, dönüp
dolaşan zâtın kıssası ne idi? ‘Ruh’un mahiyeti nedir?’ sorularını sorun.
Eğer bu sualleri cevaplandırırsa, bilin ki o, Allah’ın peygamberidir; siz
de ona tâbi olun. Yok, eğer cevaplandıramazsa, o adam yalancı bir
kimsedir; kendisine istediğinizi yapabilirsiniz!”
Temsilciler, Mekke’ye dönerek durumu müşriklere anlattılar.
Müşrikler, ümit ve sevinç içinde Peygamber Efendimize koşarak, bu sorulan sordular.
Kâinatın Efendisi, sorularını cevaplandırmak için mühlet istedi. “Size yarın bildireyim!” dedi. Bunu derken, o sırada “İnşallah… [Allah dilerse..]” demeyi unutmuştu.
Bu sebeple, bir görüşe göre, üç, diğer bir rivayete göre ise 15 gün bu konuda
hiçbir vahiy gelmedi. Resûl-i Ekrem Efendimiz, sıkıntıdan
duramaz hâle gelmişti. Hele, müşriklerin, “Muhammed bizden bir gün
mühlet istedi; bunca zaman geçti, bize hâlâ bir şey bildirmiş değil!” diyerek
dedikodulara başlamaları, bu sıkıntılarını daha da artırdı. Öyle ki,
kimseyle konuşamaz hâle gelmişti.
Nebîyy-i Ekrem’in, bu sıkıntıları fazla sürmedi; sonunda vahiy indi.
Müşriklerin sorularına şöyle cevap verildi:
“Yoksa (Ey Resulüm!..) uzun zaman mağarada uykuda kalan Kehf ve
Rakîm ashabı, Bizim mucizelerimizden şaşılacak bir şey oldular mı
sandın? Hatırla ki, o vakit o genç yiğitler mağaraya sığındılar da şöyle
dediler: “Ey Rabbimiz!.. Bize tarafından bir rahmet ihsan buyur ve işimizde
bize bir muvaffakiyet hazırla.”
Bu âyet-i kerîmelerde, müşriklerin birinci soruları cevaplandırılıyordu
ve adı geçen gençlerin Ashab-ı Kehf olduğu bildiriliyordu. Sonraki
âyetlerde ise Ashab-ı Kehf in maceraları anlatılıyordu.
Müşriklerin ikinci sorularına ise, şu âyetler cevap veriyordu:
“Ey Resulüm!.. (Müşrikler, seni imtihan etmek için) bir de
Zülkarneyn’den (haber) soruyorlar. Sen de ki: ‘Size, onlardan bir haber anlatacağım.””
Sûrenin devam eden âyetlerinde ise, Cenâb-ı Hakk’ın Zül-karneyn’i
iktidar sahibi yaptığı, ona vasıta ihsan ettiği ve bununla batıya doğru yol
aldığı, yolculuğu esnasında bir kavimle karşılaştığı ve onları iyi işleri
yapmaya davet ettiği belirtiliyor; sonradan doğuya doğru yol tuttuğu, burada da bir kavimle karşılaştığı ve onları da hayırlı işlerde bulunmaya çağırdığı beyan ediliyordu.
Müşriklerin üçüncü suallerine ise, şu âyet-i kerîmeyle cevap veriliyordu:
“(Ey Resulüm!..) bir de sana ruhtan (ruhun hakikatinden) soruyorlar.
De ki: ‘Ruh, Rabbimin bildiği bildiği bir iştir; ve size, ilimden ancak az
bir şey verilmiştir.'” Müşrikler, sordukları sorularına mükemmel cevap almışlardı!
Buna rağmen, Peygamber Efendimizin dâvasını doğrulayıp, ona uymaktan
uzak durdular; şirkin inadı içinde hayatlarına devam ettiler.
Ancak, onların bu hak ve hakikatten yüz çevirmeleri, kendilerini
felâkete sürüklemekten başka bir şeye yaramıyordu. Onlar direndikçe, îman
ve Kur’ân dâvası daha bir haşmet ve azametle gönüller üzerinde
dalgalanmaya devam ediyordu. Cenâb-ı Hakk, ayrıca Peygamber Efendimizi de aynı sûrede şöyle îkaz ediyordu:
“Hiçbir şey hakkında ‘inşallah… ‘ demeden ‘Ben bunu herhalde yarın
yaparım.’ deme! Unuttuğun zaman Rabbini an, ‘İnşallah… ‘ de, ‘Umulur
ki Rabbim, beni daha yakın bir hayra ve muvaffakiyete erdirir.’ de!”
Peygamber Efendimiz, bu îkazdan sonra, yapacağı bir şey hakkında
“İnşallah… ” demeyi her zaman hayatında bir prensip edindi.

Hz. Hamza ve Hz. Ömer’in İslam’a Girmeleri
HZ. HAMZA, MÜSLÜMANLAR SAFINDA
(Bi ‘setin 6. senesi)
İslâm ve îman sadâsı kulaktan kulağa yayılıp gittikçe gürleşiyordu.
Kalblere manevî serinlik veren bu îmanî havanın teessüsü, müşriklerin
uykularını kaçırıyordu. Başvurdukları tertip ve plânların hiçbiri, coşkun
akan bu îman şelâlesinin önüne set olamıyor ve ümitsizliğin verdiği ezici
ruh haleti içinde kıvranıp duruyorlardı.
Kahraman Hz. Hamza’nın saadet dairesine dâhil olmasıyla, manevî
sancıları kat kat artmış oldu. Peygamberimizin amcası ve aynı zamanda süt kardeşi olan Hz. Hamza, kimden olursa olsun, nereden gelirse gelsin, haksızlığa asla tahammülü olmayan bir kahramandı. Kureyş içinde de yüksek bir itibarasahipti.
İlâhî hidâyetin tecellîsi bu!.. Kimin nerede ve nasıl îman nîmetine kavuşacağı belli olmaz. Hz. Hamza da, beklenmedik bir zamanda İslâm nimetine kavuştu.
Bir gün, çok sevdiği eğlencesi olan avdan dönüyordu. Safa Tepesinden
Kabe’ye doğru giderken karşısına Abdullah b. Cuda’nın âzadlık cariyesi
çıktı ve, “Ey Umare’nin babası!..” dedi, “Kardeşimin oğlu Muhammed’e,
Ebû’lHakem b. Hişam [Ebû Cehil] ile arkadaşları tarafından yapılanları
görmüş olsaydın asla dayanamazdın!”
Hz. Hamza, heybetli bakışlarını cariyenin üzerinde bir müddet
gezdirdikten sonra, “Ebû’lHâkem b. Hişam, ona ne yaptı?” diye sordu.
“Ona şuracıkta türlü türlü işkenceler yaptı, hakaret etti; sonra da çekip
gitti. Muhammed de ona hiçbir şey söylemedi!”
Hz. Hamza, “Bu söylediklerini sen, gözünle gördün mü?” dedi.
Câriye, “Evet, gördüm!” diye cevap verdi.
Son derece hiddetlenen Hz. Hamza, evine uğramadan, yayı, oku,
torbası ve av malzemeleri ile, doğruca, Kabe etrafında oturmuş bulunan
Ebû Cehil ve arkadaşlarının yanına vardı. Meclisin ortasındaki Ebû
Cehil’in başına, hiçbir şey sormadan okkalı bir yay indirdi ve başını fena
hâlde yardı. Sonra da, “Sen misin ona sövüp sayan?.. İşte, ben de onun
dinindeyim! Onun söylediğini söylüyorum! Gücün yetiyorsa, o yaptıklarını
bana da yap, göreyim!” diye konuştu.
Ebû Cehil, hareketinde kendisini haklı göstermek için savunmaya
geçti. “Ama o bizi akılsız saydı!” dedi, “Putlarımıza hakaret etti.
Atalarımızın tuttuğu yoldan ayrı bir yol tuttu.”
Hz. Hamza’dan kararlı ve sert bir cevap geldi: “Siz ki, Allah’tan
başkasına İlâh diye tapmaktasınız. Sizden akılsız kim var? Ben şehâdet
ederim ki, Allah’tan başka ilâh yoktur. Yine şehâdet ederim ki,
Muhammed, Allah’ın Resulüdür!”
Hz. Hamza’nın bu kararlılığı karşısında, ne Ebû Cehil, ne de
etrafındaki lerde bir hareket ve bir mukabele görülmedi. Hattâ, Ebû Cehil,
“Doğrusu ben, kardeşinin oğluna çok çirkin bir şekilde sövüp saymıştım;
buna müstahak oldum.” diyerek suçluluğunu da itiraf etti.
Şeytan’ın Vesvesesi
Ânî ve beklenmedik bir kararla saadet dairesine dâhil olan Hz.
Hamza, evine dönünce, zihninde Şeytan’ın birtakım vesvese ve şüpheleriyle
karşı karşıya kaldı: “Sen Kureyş’in hatırı sayılır birisi idin. Şu,
dininden dönen Muhammed’e uydun. Hiç de iyi etmedin!”
Kalb ve zihninin, Şeytan’ın bu tarz telkinlerine mâruz kaldığını
hisseden Hz. Hamza, doğruca Kabe’ye vardı ve, “Allah’ım!.. Bu tuttuğum
yol doğru ise, kalbime de onu tasdik ettir; bana bu hususta bir çıkar yol göster!” diye dua etti. Aradan bir gün geçtikten sonra, Resûli Ekrem Efendimizin huzuruna
vardı. Başından geçenleri anlattı.
Resûli Ekrem, kendilerine va’z ve nasihatte bulundu.
Kalbi îman ve itminan bulun Hz. Hamza, Peygamber Efendimize,
“Senin doğruluğuna şehâdet ederim, ey kardeşimin oğlu!.. Artık dinini bana açıkla.” dedi.
Hz. Hamza gibi bir kahramanın Müslümanlar safında yer alışı, Efendimizi
ve Müslümanları son derece memnun ederken, müşriklerin
gönüllerine hüzün ve korku saldı. Resûli Ekrem’e pervasızca reva
gördükleri eziyet ve işkencelerinin bir kısmını da terketmek zorunda kaldılar!

KIRKINCI MÜSLÜMAN: HZ. ÖMER
(Bi’setin 6. senesi Zilhicce ayı / Milâdî 616)
Emsalsiz kahramanlardan biri olan Hz. Hamza’nın Müslümanlar
safına katılması ve arkasından da bir grup Müslümanın Habeşistan’a
hicretleri, Kureyş müşriklerini derin derin düşündürüyordu. Hayatlarına
büyük bir tedirginlik ve endişe hâkim bulunuyordu.
Hepsinin zihninde karar kılmış fikir şu idi:
“Mutlaka, şu Ebû Tâlib’in yetimi Muhammed’in işi, bir an önce halledilmelidir!”
Bu konuyu görüşmek üzere, Dârû’nNedve’de toplanan Kureyş’in, hararetli
ve ateşli konuşmalarından sonra, Ebû Cehil’in teklifi kabul edildi:
“Muhammed’in vücudu ortadan kaldırılacaktır!”
Bu korkunç cinayeti işlemeye kim cesaret edebilirdi? İşin içinde Haşîm
Oğullarının böyle bir hâl vukuunda kan dâvası gütmeleri de söz konusu idi.
Bu iş için bazıları büyük vaadlerde de bulunuyordu. Meselâ, Ebû Cehil,
“Muhammed’i öldürecek kimseye, benden 100 kızıl ve siyah deve, şu
kadar altın, şu kadar gümüş v.s.” diyordu.
Kimse bu korkunç kararı tatbik etme cesaretini kendisinde göremiyordu.
Ama içlerinde biri vardı; uzun boylu, iri yapılı, kimseye boyun
eğmez, gözünü daldan budaktan sakınmaz, gözüpek biri… Ortaya atıldı.
“Bunu ben yaparım!” dedi. Bir anda bütün gözler, ortaya atılan bu cesur adamın üzerine çevrildi. Baktılar, Hattab Oğlu Ömer’di bu… Ömer’in bu işi yapabileceğinden emin
olan Kureyşliler, hep bir ağızdan, “Evet, bunu ancak sen yapabilirsin!
Görelim seni!..” dediler. Ömer, artık hedefini tesbit etmişti: Doğruca “Dârû’l Erkam”a giderek, orada Peygamber Efendimizi bulacak ve alınan kararı yerine getirecekti.
Kılıcını kuşanan Ömer, kan çanağına dönmüş gözleriyle etrafa öfkeli
bakışlar savurduktan sonra, doğruca Kabe’ye giderek tavafta bulundu.
Sonra da kin, düşmanlık dolu sert adımlarla Safa Tepesinin yolunu tutup,
Dârû’l Erkam’a doğru yollandı. Gidişinde bir mânâ vardı; bir hedefe doğru gittiği besbelli idi. Yolda, Müslüman olmuş, fakat îmanını gizleyen akrabasından Nuaym b. Abdullah
Hazretlerine rastladı. Hz. Nuaym, Ömer’in bu değişik tavrı
karşısında sormadan edemedi: “Nereye gidiyorsun ey Ömer?..”
“Şu, dinini bırakan, Kureyş’in arasına ayrılık düşüren Muhammed’in
vücudunu ortadan kaldırmaya gidiyorum!” cevabında bulunarak, maksadını
gizlemeye bile lüzum görmedi.
Bu dehşetli karar karşısında tüyleri diken diken olan Hz. Nuaym, onu
bu fikrinden caydırmanın yolunu aradı ve, “Vallahi, çok zor bir işe
kalkışmışsın. Muhammed’in ashabı, onun başı ucundan bir an dahi
olsun ayrılmıyor. Ona yol bulmak çok güç. Farzet ki, bir yolunu bulup
onu öldürdün. Zanneder misin ki, Abdi Menaf Oğulları, senin
yeryüzünde elini kolunu sallayarak dolaşmana müsaade eder?” diye konuştu.
Sert bakışlarını muhatabının üzerinde gezdiren Ömer, “Sen de mi
ondan yana oluyorsun yoksa?..” diye sordu.
Fakat, beklenmedik bir cevapla karşılaştı: “Yâ Ömer!.. Sen beni bırak,
önce ev halkına, aile etrafında dön. Enişten ve amca oğlun Sid b. Zeud ile
eşi, kız kardeşin Fâtıma, Müslüman olup, Muhammed’in dinine tâbi
olmuşlardır. Git, önce onlarla uğraş!”
Ömer’de bir şaşkınlık, bir tereddüt… Duyduklarına önce inanmak
istemedi; hattâ, araştırma ihtiyacını bile duymaz görünerek yoluna
devam etti. Ancak, içine düşen şüpheyi yenemedi ve yarı yolda fikrini
değiştirerek kız kardeşinin evine doğru döndü.
Bu sırada, fedakâr sahabî Habbab b. Eret, Hz. Said ile ailesi Hz.
Fâtıma’ya, yeni nazil olan Tâha Sûresini okumakta idi.
Evinin önüne yaklaşan Ömer, bu sesi duydu. Kapıyı hiddetli hiddetli
bir iki defa çaldı. Açılmadığını görünce, omuz verip kapıya yüklendi ve hışımla içeri daldı.
Hz. Fâtıma, hiddetli hiddetli kapı çalanın kardeşi Ömer olduğunu anlamış
ve Kur’ân sahifelerini hemen bir tarafa kaldırmıştı. Bu arada Hz.
Habbab da bir köşeye saklanıvermişti.
Ömer, öfke dolu sesiyle, “Okuduğunuz ne idi?” diye sordu.
Eniştesi telâş ve heyecan dolu ifadelerle, “Bir şey yok; sâdece sâdece
aramızda konuşuyorduk.” cevabını verince, Ömer’in öfke ve hiddeti
bütün bütün arttı. Masum masum duran eniştesinin yakasına yapıştı ve,
“Demek, duyduklarım doğru imiş! Siz de Muhammed’in dinine girdiniz,
öyle mi?” diyerek onu yere çarptı. Hz. Fâtıma, kocasını kurtarmaya kalktı.
Sert bir tokatla o da kendini yerde buldu. Müslümanlığını gizlemenin
artık bir mânâ ifade etmeyeceğini anlayan Hz. Fâtıma, ayağa kalktı ve,
“Elinden geleni yap ey Ömer!.. Ben ve kocam artık Müslümanız; Allah ve
Resulüne îman ettik!” diye haykırdı. Bu sözlerini, getirdiği “Kelimei Şehâdet”
takib etti. Ortalık bir anda bu kelimenin azamet ve haşyetiyle çınladı.
Manzara ibretli ve içler acısı idi. Bir insan, kız kardeşini “Rabbim Allah.”
dediği için nasıl böylesine insafsızca dövüp kan revan içinde
bırakabilirdi? Kan revan içinde bırakılanın bu hâline rağmen dâvasını
haykırmaktan geri durmaması karşısında hangi katı kalb yumuşamaz ve
hangi yürek insafa gelmezdi?
Ömer, şaşırdı birden!.. Kalbinde dalgalanmalar meydana geldiğini
hisseder gibi oldu. Daha fazla ayakta durmadı ve yere oturdu. Derin derin
düşündükten sonra, “Hele getirin şu okuduklarınızı; getirin de,
Muhammed’e gelen şey ne imiş, göreyim!” dedi.
Hz. Fâtıma, önce tereddüt gösterdi. Kardeşinin mübarek Kur’ân
sahifelerine hakaret edebileceğinden korktu. Ancak Ömer, “Korkmayın.”
diyerek, onun bu endişesini yok etti.
Kur’ân sahifeleri ancak temiz kimselere verilebilirdi. Hâlbuki Ömer,
henüz şirk üzere bulunuyordu, dolayısıyla da manen temiz sayılmıyordu.
Bunun için Hz. Fâtıma, “Kardeşim!..” dedi, “Sen, Allah’a şerik koşulan
bir inanç üzere bulunduğun için temiz sayılmazsın. Hâlbuki, O’na ancak
temiz olanlar el sürebilir. Kalk, önce bir yıkan!”
Hz. Ömer, kalkıp gusletti. Bunun üzerine Hz. Fâtıma, koyduğu yerden
Kur’ân sahifesini hürmetle alıp ona verdi.
Hz. Ömer kâtipti, okuma yazma bilirdi. Eline aldığı sahifeyi başından okumaya başladı:
“Tâha!.. (Ey Resulüm!..) Biz, sana Kur’ân’ı eziyet çekesin diye indirmedik.
Ancak, Allah’tan korkan kimseye bir öğüt için… Arzı ve yüce
gökleri yaratandan, yavaş yavaş bir indirişle onu (Kur’ân’ı) indirdik.”
Ömer, hem okuyor, hem de okudukları üzerinde düşünüyordu.
Kur’ân’in ebedî ve edebî belagatı karşısında şaşkına dönmüştü. Sanki, az
evvel kılıcının kabzasına yapışıp Peygamber Efendimizin vücudun ortadan
kaldırmaya giden Ömer, o değildi! Kalbindeki katılık, yüzündeki
öfke yok oluvermişti birden… Az evvel kan çanağını andıran gözleri,
şimdi aydınlık saçıyordu; yüzüyle beraber, içi de gülüyordu. Sûrenin, “Gerçekten Ben, Allah’ım; Benden başka hiçbir ilâh yoktur. Onun için Bana ibâdet et ve Beni anmak için namaz kıl!” âyetini okuyunca haykırdı: “Bu ne güzel, ne şerefli, ne haşmetli bir kelâm! Bu kelâmdan daha güzel, daha tatlı bir kelâm olamaz!”
Bu ifadeler, Ömer’in kalbinin hidâyet nuruyla sarıldığını, onun aydınlığına
kavuştuğunun işaretiydi. Hz. Ömer’in bu sözlerini işiten Kur’ân hocası Hz. Habbab, gizlenmiş olduğu yerden ortaya çıkıverdi ve, “Müjde ey Ömer!..” dedi, “Dilerim ki,
Resûlullah’ın yaptığı dua, senin hakkında gerçekleşsin! Dün gece o,
‘Allah’ım, İslâmiyeti ya Ebû’lHakem b. Hişam’la [Ebû Cehil] ya da Ömer
b. Hattab’la kuvvetlendir.’ diyerek dua etmişti!”
Ömer b. Hattab ve Ebû’lHakem Amr b. Hişam, yâni Ebû Cehil… Biri
Serveri Kâinat Efendimizin vücudunu ortadan kaldırmakla ancak İslâm
dâvasının önüne geçilebileceğini teklif eden Ebû Cehil, diğeri bu teklifi
kabul edip kararı infaz etmeye kalkan Ömer!..
Artık, Ömer’in Resûlullah ve İslâmiyet aleyhindeki düşünceleri
tamamıyla aksine dönmüştü. Bir an evvel Fahri Âlem Efendimizin
huzuruna varıp, hidâyet nuruyla kucaklaşmak istiyordu. Hemen,
“Resûlullah şimdi nerededir?” diye sordu.
Resûli Ekrem Efendimizin, ashabından bazılarıyla Safa Tepesi
eteğindeki Dârû’lErkam’da bulunduğunu öğrenince, Hz. Habbab’la
derhâl yola koyuldu.
Gözcü, Ömer’in silâh belde geldiğini içeriye haber verdi. Herkesi bir
telâş ve heyecan havası sardı. Sâdece biri müstesna: Hz. Hamza… Bu
büyük İslâm kahramanı, elini kılıcının kabzasına atarak, “Bırakın, gelsin.
Korkulacak ne var? Eğer hayırlı bir maksatla gelmişse, kendisini hayırla
ağırlarız; eğer kötü bir niyetle gelmişse, onu kendi kılıcıyla hallediriz!” diye konuştu.
Manzarayı seyreden Fahri Alem’in yüzünde tebessümler belirdi.
Ömer’in gönlünün hidâyet nuruyla aydınlandığı haberini almıştı. Hiçbir
telâşa ve endişeye kapılmadan, oturduğu yerden, “Telâş edilecek bir şey
yok, bırakın gelsin! Eğer Allah, onun hayrını murad ettiyse, kendisini
doğru yola iletir.” diye emir buyurdu.
Bu emir üzerine kapı açıldı. Kapı önünde bekleyen Ömer, heybetli
görünüşü ve silâhı ile içeri girdi. Yüzünde öfke değil, muhabbet
parıltıları vardı. Gözleri, hak ve hakikati aramanın aydınlığı içindeydi.
Resûli Ekrem’le bir an göz göze geldi. Kâinatın Serveri Efendimizin
manevî heybeti karşısında kendinden geçer gibi oldu. Her şeyini unutmuştu.
Nebîyyi Ekrem’in nurânî bakışları, kalb ve ruhunu tesiri altına
almış, âdeta avuçlamıştı.
Bir müddet birbirlerine bakıştıktan sonra, Resûli Ekrem Efendimiz,
sessizliği, heyecan ve telâş havasını, “Neye geldin ey Hattab’m oğlu
Ömer?..” sorusuyla dağıttı; sonra da elini uzatıp, kılıcının bağından tuttu
ve, “Allah’ım, bu, Hattab Oğlu Ömer’dir. Allah’ım, İslâm dinini Hattab
Oğlu Ömer’le kuvvetlendir!” diye dua etti.
Hz. Ömer, ruhunu hidâyet güneşinin cazibesine kaptırmıştı artık…
Resûlullah Efendimizin sorusuna, “Allah ve Resulüne ve O’nun Allah’tan getirdiklerine îman etmek için geldim.”diye cevap verdi ve arkasından da, Müslüman oldu.
Nebîyyi Ekrem Efendimiz ile Ashabı Kiram’in sevinçleri son haddine
varmıştı. Hep bir ağızdan yüksek sesle tekbir getirdiler: “Allahü ekber, Allahü ekber!”
Mekke sokaklarından duyulan tekbir sesleri, ufukları çınlattı, oradan
göklere doğru nurânî dalgalar hâlinde yükseldi!
Artık Hz. Ömer, Müslümandı; kırkıncı Müslüman… Bundan böyle,
cesaret, kuvvet ve kahramanlığını şirk için değil, İslâm dini uğrunda kullanacaktı.
Kureyşlilerin verdiği karar üzerine Serveri Kâinat’ın vücudunu
ortadan kaldırmaya koşan Ömer, şimdi onun etrafında pervane
olmuştu. Yiğitliğine îmanın hadsiz kuvvetini de ekleyen Hz. Ömer,
bundan böyle Allah için, Resûlullah için müşriklere gözdağı vermeye
koşacaktı. Birdenbire parlayan bu ateşin fıtrat, Hz. Muhammed güneşinden feyz ve ışık alarak dünya tarihine adalet timsâli “Âdil Ömer” unvanıyla geçecektir.

SAF HÂLİNDE MESCİDİ HARAM’A GİDİŞ
Cesaretin gerçek kaynağı olan îmanı kalbine yerleştiren Hz. Ömer,
artık yerinde duramaz olmuştu. Resûli Ekrem’e, “Yâ Resûlallah!.. Biz
ölsek de yaşasak da hak din üzere değil miyiz?” diye sordu. Resüli Zîşan,
“Evet, varlığım kudret elinde olan Allah’a yemin ederim ki, siz kalsanız
da, ölseniz de hak din üzeresiniz.” diye cevap verince, “Öyle ise hâlâ ne
diye gizleniyoruz?” dedi, “Seni hak dinle gönderen Allah’a yemin ederim
ki, korkmadan, çekinmeden, cesaretle bütün şirk meclislerine gidip İslâmiyeti açıklayacağım!” Bunun üzerine Resûlii Kibriya Efendimiz önde, sağında Hz. Ömer,
solunda Hz. Hamza, diğer sahabîler arkalarında Dârû’lErkâm’dan
çıkarak Kabe’ye doğru yol aldılar. Vakur adımlarla, Mescidi Haram’a girdiler.
Hz. Resûlullah’ın başını bekleyen müşrikler, bu manzara karşısında
şaşırıp kaldılar. Şaşkın, ürkek ve korkak bakışlarla bir Hz. Ömer’e, bir
Hz. Hamza’ya bakıyorlardı. Bir ara cesaretlerini toparlayarak, “Ey
Ömer!.. Arkanda ne var, neyle geldin?” diye sordular.
Hz. Ömer, “Lâ ilahe İllallah, Muhammedü’rResûlullah ile geldim.”
dedi ve ilâve etti: “Kimse yerinden kımıldamasın; yoksa boynunu vururum!”
Müşriklerin sesi sedası kesildi. Sanki dilleri tutulmuştu.
Resûli Kibriya Efendimiz, serbestçe Kabe’yi tavaf etti ve namaz kıldı.
Müslümanlar da açıktan açığa namaz kıldılar.
Hz. Ömer der ki:
“İşte, o zaman Allah Resulü, ‘Hak ile bâtıl olanın arasını ayırdı.’ diye bana ‘Faruk’ adını taktı.” Önce Hz. Hamza’nın, arkasından Hz. Ömer’in Müslüman olması,
İslâm’ın inkişafı ve Müslümanların müşriklerin baskılarından sıyrılarak
ibâdetlerini şerbetçe îfa etmeleri hususunda büyük bir rahatlık sağladı.
Bu bakımdan bilhassa Hz. Ömer’in mü’minler safında yer almasının,
İslâm tarihinde önemli bir yeri vardı. Bu ehemmiyeti, ashabtan Abdullah
b. Mes’ud Hazretleri, “Ömer’in Müslüman olması, İslâmiyet için bir fetih,
Müslümanlar için bir şeref ve izzet idi. Medine’ye hicreti nusret, halifeliği
de rahmet oldu. Ömer Müslüman oluncaya kadar bizler, Kabe
avlusunda açıktan açığa namaz kılamıyorduk.” diyerek ifade etmiştir.

Reklam
BU VİDEOYU SOSYAL MEDYA HESAPLARINDA PAYLAŞ
Yorum Yap

Bu site, istenmeyenleri azaltmak için Akismet kullanıyor. Yorum verilerinizin nasıl işlendiği hakkında daha fazla bilgi edinin.

Bu konuya henüz bir yorum yapılmadı.