Şekil renkleri

Metin renkleri


Bizi Sosyal Medyada Takip Edin

Efendimize Peygamberlik Vazifesinin Verilmesi

7 yıl önce
935 izlenme
Favorilerime Ekle
Favorilerimden Çıkar
Lütfen bekleyiniz...
Geniş Ekran Dar Ekran
Reklam 5 saniye sonra kapanacak.
Reklam
Reklamı Geç

Efendimize Peygamberlik Vazifesinin Verilmesi

“Şu kâinatın sahip ve mutasarrıfı, elbette bilerek yapıyor ve hikmetle
tasarruf ediyor ve her tarafı görerek tedvir ediyor ve her şeyi bilerek,
görerek terbiye ediyor ve her şeyden görünen hikmetleri, gayeleri,
faideleri irade ederek tedvir ediyor. Madem yapan bilir; elbette bilen
konuşur. Madem konuşacak; elbette zişuur ve zifıkir ve konuşmasını
bilenlerle konuşacak. Madem zifıkirle konuşacak; elbette zîşuurun
içinde en cemiyetli ve şuuru küllî olan insan nev ‘iyle konuşacaktır.
Madem insan nev’iyle konuşacak; elbette insanlar içinde kabili hitab ve mükemmel insan olanlarla konuşacak. “Madem en mükemmel ve istidadı en yüksek ve ahlâkı ulvî ve nevi
beşere mukteda olacak olanlarla konuşacaktır; elbette dost ve düşmanın
ittifakıyla, en yüksek istidatta ve en âlî ahlâkta ve nevi beşerin
humsu [beşte biri] ona iktida etmiş ve nısfı arz onun hükmü mânevisi
altına girmiş ve istikbâl onun getirdiği nurun ziyasıyla bin 300 sene
(şimdi bin 400 sene) ışıklanmış ve beşerin nurânî kısmı ve ehli îman,
mütemadiyen günde beş defa onunla tecdidi bîat edip, ona duayı rahmet
ve saadet edip, ona medh ve muhabbet etmiş olan Muhammed’le
(a.s.m.) konuşacak ve konuşmuş ve resul yapacak ve yapmış ve şâir
nevi beşere rehber yapacak ve yapmıştır. “
(Bediüzzaman Said Nursî, Mektûbat)
BAZI GARİB SESLERİN GELMEYE , ACAİB IŞIKLARIN
GÖRÜNMEYE BAŞLAMASI!
Kâinatın Efendisi, 38 yaşına girince gaibten bazı sesler duymaya ve
bazı taraflarda birtakım ışıklar görmeye başladı. Bâzan da kendilerine
gaibten “Yâ Muhammedi..” diye nida ediliyordu.
Fakat, Efendimiz, bu garib seslerin ve parlayıp geçen ışıkların ne demek
istediklerine henüz o sırada tam manâsıyla vâkıf değildi. Bununla
beraber, bu hâdiselerin mânâsız ve boşu boşuna cereyan etmediklerini
biliyordu ve günlerini onları düşünmekle geçiriyordu.
Zaman zaman da sâdece muhtereme zevcesi Haticei Kübra’ya bu sırları
anlatır ve konuşurlardı. O anda yeryüzünde maddi hayatta tek
teselli kaynağı Hz. Hatice Validemiz de Resûli Ekrem Efendimizi bir
siyanet meleği gibi koruyor ve konuşmaları, sohbetleriyle onu teselliye çalışıyordu.
Kâinatın Efendisinin bu hâli tam bir sene devam etti.

SÂDIK RÜYALAR
Kâinatın Efendisi 39 yaşında iken “sâdık rüyalar” devri başladı. Gündüzün meydana gelecek hâdiseler kendilerine geceden, uyku ile uyanıklık arasında bir hâl içinde gösteriliyor ve bildiriliyordu. Öyle ki, geceden gördüğü rüyalar, o geceninsabahında şafak aydınlığı gibi berrak ve apaçık ortaya çıkıyordu. Peygamber Efendimizi, vahy almaya bir nevi hazırlama maksadına mebni olan bu durum altı ay devam etti.

YALNIZLIK ARAMASI
Kâinatın Efendisinin mübarek ruhu, bu altı aylık devreden sonra
artık tamamıyla yalnızlık arıyordu. Cemiyetlen uzak durmak,
düşünceleriyle baş başa kalmak, en büyük arzusuydu. Çünkü, ruhu,
içinde bulunduğu cemiyetin ahlâksızlığından, zulüm ve zulmetinden sıkılıyordu.
Ona âdeta yalnızlık sevdirilmişti. Öyle ki, her şeyinden vazgeçebelir, fakat insanlardan uzak, kâinatla ve kendi tefekkür alemiyle baş başa kalmaktan asla vazgeçemezdi.
Bu sebeple, onun Mekke içinde pek durmadığı ve hep insanlardan
uzak ıssız yerleri seçtiği, buralarda hususî tefekküre daldığı görülüyordu.
Ve bu yalnızlık sırasında, âdeta dağdan taştan, yerden gökten, kâinatın
niçin yaratıldığını, insanların bu dünyaya niçin gönderildiklerini,
gaye ve maksatlarının neler olduğunu soruyordu. Ne var ki, bu suallerine,
ne Hira’nın kayaları, ne uçsuz bucaksız çöller, ne gündüz âleminin
lâmbası güneş, ne gece âleminin kandili ay, ne pırıl pırıl parlayan
yıldızlar ve ne de gelip geçen bulutların hiçbiri cevap veremiyordu. Ve
o, bu suallerine cevap bulamayışın hayreti içinde gün ve gecelerini geçiriyordu.
Evet, Fahri Kâinat’ın mübarek ruhu, zahiren yalnızlık istiyordu;
hakikatte ise, Kâinatın Yaratıcısı Cenâbı Hakk’a muhatab olmak arzusunu ruhunun derinliklerinde taşıyordu. Yalnızlık içinde sonsuz varlığa kavuşmak arzusuydu bu…

KÂİNATIN EFENDİSİ, HİRA’DA
Sene Milâdî 610.
Kâinatın Efendisi 40 yaşında.
Yıllardan beri devam edip gelen bir âdetleri vardı: Her senenin
Ramazan ayını Hira Dağının* tepesindeki mağarada tefekkür, ibâdet ve
dua ile geçirirdi. Burası sessiz ve sakindi. Tefekkürüyle baş başa kalması
için en müsait yerdi. Cemiyetin bozuk havasından sıkılan
mübarek ruhları burada âdeta teneffüs ediyor ve huzur buluyordu.
Resûli Ekrem Efendimiz, Hira mağarasında rastgele değil, ceddi Hz.
İbrahim’in Hanif dini üzere ibâdet ve tâatte bulunuyordu.
Ömrü saadetlerinin bu 40. senesinin Ramazan ayını da aynı şekilde
Hira’da ibâdet ve tâatle geçirecekti. Zevcesi Haticei Kübra’nın hazırladığı
azığıyla Hira Dağına doğru ilerliyordu.
Kâinat, o anda âdeta Efendisinin attığı her adımı hürmetle takib
ediyor ve derin bir sükûnete gömülü duruyordu. Fakat, bu sükût ve
sükûnet mânâsız değildi; ibret ve hikmetle doluydu.
Hira Dağı: Resûli Ekrem Efendimizin evinin bulunduğu yerden
takriben 5 km. kadar uzaklıktadır. Mağara ise, dağın tam tepesindedir.
Mağaranın üç tarafı ve kemeri, yıkılmış, yığılmış kayalardan meydana
gelmektedir. Başı kemere değmeksizin bir adamın içinde durabileceği
kadar yükseklik ve uzunluktadır. Garibtir ki, mağaranın uzandığı
cihet, kıble istikametidir. Giriş kapısı oldukça yüksekte, sâdece bir deliktir.
Buraya kayadan yapılmış birkaç basamakla çıkılarak varılır. 
İbni Hişam, Sîre, c. 1, s. 252.
Bediüzzaman Said Nursî, Mektûbat, s. 260.

Nur Dağı ve Hira Mağarası
Kâinatın bu manâlı sükûtuna, Peygamberimiz de derin düşüncesiyle
katılıyordu ve âdeta bir ahenk meydana getiriyorlardı. Sanki kâinat,
onun muazzam ruhuna derinden derine fısıldıyordu: “Sebebi vücudum,
sensin. Mânâmı da en güzel izah edecek, sensin. Bir kitabı Rabbani
olduğumu bildirecek, sensin. Onun için sana minnettarım, sana hürmetkarım.”
Kâinatın Efendisi, artık sessiz sakin ve İlâhî tecellî mazhariyetine erecek Hira Dağının tepesindeki mağaradaydı. Burada ibadetiyle, tâatiyle, dua ve tefekkürü ile meşguldü.

İLK VAHİY TEBLİĞ EDİLİYOR!
Ramazan ayının 16 gecesi geride kalmıştı. Ve Ramazan’ın 17’si, Pazartesi gecesi idi.
Nur Dağı, derin ve manâlı bir sessizliğe bürünmüştü. O civarda her
şey de onunla birlikte sessiz ve sakindi. Kim bilir, konuşulacakları
dinlemek, söylenenleri âdeta duyabilmek eşsiz mazhariyetine ermek
için… Konuşacak olan ile dinleyene belki de hürmet için!..
Gecenin yarısı geçmiş idi ve zaman seher vaktine ayak basmıştı. Bülbüllerin
ötmeye başladığı, güllerin bütün güzellikleriyle etrafa koku tebessümleri
dağıttıkları ve Allah’ı zikredenlerin coşup sonsuz hazza eriştikleri müstesna vakit!
Vahiy meleği Cebrail (a.s.), en güzel bir insan suretine bürünmüştü. Mis gibi kokularla, çevre, buram buram kokmakta idi. Havf ve recâ, heyecan ve sükûnet tecellîleri iç içe idi.
Cebrail (a.s.), son derece sevinçlidir. Çünkü son resulle, Peygamberler
Peygamberiyle muhatab olacak, “Habibullah” unvanını îmanı,
ibâdeti, tefekkürü ve mücâdesi ile hakedecek olan Sultanı Levlak’la
konuşacak, onunla yüz yüze gelecekti. Beklenen an gelmişti.
Vahiy meleği Cebrail (a.s.), bu ıssız ve karanlık gecede, güzel bir insan
suretinde, etrafa ışıl ışıl nurlar saçarak göz kamaştırıcı bir aydınlıkla
Kâinatın Efendisine göründü. Tatlı, fakat gür bir seda ile hitab etti:
Kâinatın Efendisini, hayret ve korku sardı. Yüreği ürperiyordu![Ben okuma bilmem.] diye cevap verdi. Hz. Cebrail, kendilerini kucakladı ve sıkıp bıraktıktan sonra, tekrar,
“Oku!” diye seslendi. Fahri Kâinat, aynı cevabı verdi: “Ben okuma bilmem!”
Hz. Cebrail, ikinci kere Kâinatın Efendisini kucakladı ve sıkıp bıraktıktan
sonra yine seslendi: “Oku!”
Bu sefer Fahri Kâinat, “Ben okuma bilmem.” dedi, “Söyle, ne okuyayım?”
Bunun üzerine melek, Allah’tan aldığı ve Resulüne teslim etmeye
geldiği Alak Sûresinin ilk âyetlerini başından sonuna kadar okudu:
“Oku! Seni yaratan Rabbinin adıyla oku! Ki O, insanı, pıhtılaşmış bir kandan yarattı. Oku ki, senin Rabbin, kalemle yazı yazmayı öğreten, insana bilmediğini tâlim eden, bol kerem
ve ihsan sahibidir.” Heyecan ve haşyetin son haddinde, Kâinatın Efendisi, bizzat
konuştuğu lisanla nazil olan âyetleri kelimesi kelimesine tekrar etti.
Artık, inen âyetler Allah Resulünün hem diline, hem kalbine yerleşmişti.
O andaki vazifesi sona eren Hz. Cebrail de birdenbire kayboluverdi.
“Beni Örtünüz!”
İlâhî vahye muhatab olmanın verdiği heyecan ve haşyetle titreyen
Allah Resulü, mağaradan çıktı ve Mekke’ye doğru hareket etti.
Yolda birçok gariblikle karşılaştı. Dağ, taş ve ağaçlar, “Esselâmü Aleyke Yâ Resûlallah!..” diyerek onu selâmlıyor ve yüksek vazifesinden dolayı tebrik ediyorlardı.
Evine varan Peygamber Efendimiz, karşılaştığı hâdisenin azameti ve
haşyeti karşısında âdeta konuşamaz hâle gelmişti.
Kendisini merak içinde karşılayan vefakâr zevcesi Haticei Kübra’ya
sâdece, “Beni örtünüz, beni örtünüz!” diyebildi.”
Sâdık zevce, bu emri alınca, yüzündeki başkalığı sezmesine rağmen,
hiçbir şey sorma cesaretini gösteremeden Kâinatın Efendisini şefkat ve
hürmetle yatağına yatırdı ve üstüne örtüler örttü.
Hira’da yalnızlık arayan Fahri Âlem, şimdi de evinde ruh ve düşünceleriyle baş başa idi.
Bir müddet sonra uyandılar. Bir nebze olsun rahata ve sükûnete
kavuştukları, belli idi. Haticei Kübra’ya başından geçenleri olduğu gibi
anlattı ve ekledi: “Korkuyorum ey Hatice!.. Bana bir zararın gelmesinden korkuyorum!”
Resûli Zîşan Efendimizin bu sözleri, kesin olarak ebedî devlet ve şerefli memuriyete nâiliyet hususundaki itminan bulma arzusundan geliyordu.
Ancak, bir peygambere, hem de en şerefli peygambere ilk zevce olacak
kadar yüksek bir kabiliyet, anlayış ve basîrete sahip Hz. Hatice, her
hâlinden son derece emniyet duyduğu zevci Kâinatın Efendisinin itminan
arzusunu şu sözlerle teyid etti:
“Hiçbir korku ve endişe duymana sebep yok. Hiç üzülme; Allah senin
gibi bir kulunu hiçbir zaman utandırmaz. Ben, biliyorum ki, sen
sözün doğrusunu söylersin. Emanete riâyet edersin. Akrabalarına
yakın alâka gösterirsin. Komşularına nâzik ve müşfik davranırsın.
Fakirlere yardım elini uzatırsın. Gariblere evinin kapısını açıp onları
misafir edersin. Uğradıkları felâket ve musibetlerde halka yardım edersin!
Ey Amcamoğlu!.. Sebat et! Vallahi, ben senin bu ümmetin peygamberi
olacağını ümit ederim.”
Varaka Ne Dedi?
Bütün bu olup bitenler elbette mânâsız değildi ve bir şeyler ifade
ediyorlardı. Sorup soruşturup öğrenmek ise, Hz. Hatice’ye düşüyordu.
Kime gidebilirdi? Bu işlerden kim anlayabilirdi ve kime itimat edebilirdi?
Hz. Hatice, uzun uzadıya düşündü ve sonunda danışacağı adamı
tesbit etti: Amcası oğlu Varaka bin Nevfel.
Varaka b. Nevfel, oldukça yaşlanmış, saf bir Hıristiyandı. Gözleri görmez olmuştu, ama gönlü aydınlıktı. Tevrat’ı ve İncil’i okumuş, onlardan pek çok şey öğrenmişti.
Hz. Hatice, vakit kaybetmeden Peygamber Efendimizle, amcası oğluna gitti.
Varaka, önce Resûli Ekrem Efendimizi dinledi. O, başından geçenleri
anlattıkça, Varaka, renkten renge giriyordu. Efendimiz sözlerine son
verince, Varaka haykırdı: “Kuddûs, Kuddûs!.. Bu gördüğün melek,
yüce Allah’ın Musa Peygambere gönderdiği Ruhû’lKudüs’tür. Nâmusı
Ekber’dir. Sen ise bu ümmetin peygamberisin. Ah, ne olurdu, yeni dine
halkı çağırdığın günlerde ben de genç olaydım; kavmin seni
yurdundan çıkaracakları zaman sağ olsaydım!”191
Bu ifadeler, hem Allah Resulünü, hem de Hz. Hatice’yi bir derece rahatlattı.
Ancak, Efendimizin anlamadığı bir şey vardı: Kavmi, onu niçin yurdundan çıkaracaktı?
Bu sualine Varaka cevap verdi: “Evet, seni buradan çıkaracaklardır!
Çünkü, senin gibi vahiy tebliğ etmiş bir kimse yoktur ki düşmanlığa uğramamış olsun. Eğer, senin davet gününe yetişsem, bütün gücümle sana yardım ederim!”
Varaka b. Nevfel, gerçeği konuşuyordu. Gizlenmesi kabil olmayan
gerçeği… Bütün açıklığıyla ortaya konması gereken gerçeği…
Bundan sonra Resûli Ekrem, Hz. Hatice’yle birlikte, Varaka b. Nevfel’in yanından ayrıldı.

VAHYİN BİR ARA KESİLMESİ
Resûlullah Efendimiz, aradan çok zaman geçmeden, bir hâdiseyle
karşı karşıya geldi: “İnkıtaı Vahy” hâdisesi, yâni “vahyin kesilmesi… “
Sebebi (şöyle veya böyle) izah edilmiş olmakla beraber, beşerî aklımızla
hikmetini tam kavrayamadığımız bu hâdise karşısında Peygamber
Efendimizin tekrar büyük bir sıkıntı ve üzüntü duyduğu farkediliyordu.
Öyle ki, âdeta dünya kendisine dar gelmekteydi ve bu dar
dünyadan kurtulmak istemekteydi. Bu esnada Cebrail veya İsrafil
(a.s.), teselli için, birkaç sefer kendilerine görünmüşlerdir.
Allah Resulü, tam 40 gün bu üzüntüyle karşı karşıya kaldı.
Dünya “Dârû’lHikmet” olması sebebiyle, onda her şey— şüphesiz—
hikmetle cereyan etmektedir. Aklımızın küçücük terazisiyle biz,
bâzan bu gibi hâdiselerin sebep ve hikmetlerini yakalarız, bâzan da
yakalamamız mümkün olmaz. Ama, sebep ve hikmetini bilmeyişimiz,
elbette hâdiselerin hikmetsiz cereyan ettiklerine hiçbir zaman delil olmaz.
Hele, peygamberlik gibi her şeyi hikmet kalemiyle programlanmış bir vazifenin içine elbette hikmetsizliğin girmesine imkân ve ihtimal yoktur.
Buna binâen, inkıtaı vahy, yâni vahyin bir ara kesilmesi hâdisesi,
şüphesiz birçok sebep ve hikmete binâen cereyan etmiştir. Fakat, biz
hikmetlerin künhüne vâkıf değiliz. Bununla birlikte meseleye çeşitli
izah tarzı getirenler de vardır. Bu görüşleri şöylece hülâsa etmek mümkündür:
Allah Resulü, ilk vahiy karşısında fazla telâş duymuş ve ruhu âdeta vahyin ağırlığıyla sarsılmıştır. Bu durumda ruhunun ve şâir latifelerinin biraz sükûn bulması ve daha sonra gelecek vahye hazırlanması için bu hâdise vuku bulmuştur.
Ruhı Ahmed’in (s.a.v.), ızdırap ve elemlere dayanmaya şimdiden
alıştırılması.Vahye, daha fazla iştiyak duymasını temin.

VAHYİN TEKRAR GELMEYE BAŞLAMASI
Kırk günlük bir aradan sonra, Peygamber Efendimize vahiy tekrar gelmeye başladı.
Vahyin tekrar gelmeye başlaması hâdisesini bizzat kendileri şöyle anlatmışlardır:
“Bir gün giderken, anîden gökyüzünde bir ses işittim. Başımı kaldırıp
baktığımda, Hira’da bana gelen meleği (Cebrail), yerle gök arasında bir
kürsü üzerinde oturmuş gördüm. Ürpererek yere çöktüm. Evime
dönüp, ‘Beni örtünüz, beni örtünüz!’ de
dim. Bunun üzerine Yüce Allah, ‘Ey örtüye bürünen Peygamber!..
Kalk da sana îman etmeyenleri azabla korkut! Rabbinin
büyüklüğünden bahset! Elbiseni temiz tut! Putperestlik pisliğini bırakmakta
devam et!”95 âyetlerini indirdi. Artık, vahiy gelmeye başladı ve ardı arkası kesilmedi.”
Vahiy tekrar gelmeye başlayınca, Resûli Kibriya Efendimizin
ruhundaki sıkıntılar dindi; iç âlemi huzur ve sükûta kavuştu.
Cenâbı Hakk, serapa ahlâkî güzellikler ve kemâllerle süslemiş
olduğu Hz. Muhammed’i (s.a.v.) peygamberlik vazifesiyle
vazifelendirmekle, onu insan nev’i içinde en mümtaz ve en seçkin
mevkiye çıkarmış oluyordu. Bu suretle aynı zamanda Yüce Allah’ın
umum kâinatta carî olan “Her nev’de bir ferdi mümtaz ve mükemmel
ve cami’ halkedip, nev’in medarı fahri ve kemâli yapar.” kanunu, insanlık
camiasında da tecellîsini buluyordu.
“Cenâbı Hakk’ın esmasında [isimlerinde] bir İsmi Âzam olduğu gibi,
masnuatında [san’atlarında] da bir Ferdi Ekmel bulunacak ve kâinatta
münteşir [dağıtılmış] kemâlâtı o ferdde cem edip [toplayıp] kendine medarı nazar edecek.
“O ferd, herhalde zîhayattan olacaktır. Çünkü, envaı kâinatın
[kâinattaki türlerin] en mükemmeli zîhayattır. Ve herhalde zîhayat
içinde o ferd, zîşuurdan olacaktır. Çünkü, zîhayatın envai içinde en
mükemmel, zîşuurdur. Ve herhalde o ferdi ferîd, insandan olacaktır.
Çünkü, zîşuur içinde hadsiz terakkîyata müstaid, insandır.
“Ve insanlar içinde herhalde o ferd, Muhammed (a.s.m.) olacaktır.
Çünkü, zamanı Âdem’den şimdiye kadar hiçbir tarih, onun gibi bir
ferdi gösteremiyor ve gösteremez. Zîra o zât , kürei arzın [yeryüzünün]
yarısını ve nevi beşerin [insanların] beşten birisini saltanatı mânevîyesi
altına alarak bin 350 sene (şimdi bin 400 sene) kemâli haşmetle saltanatı
mânevîyesini devam ettirip, bütün ehli kemâle, bütün envaı hakaikte
[hakikatlerin her türlüsünde] bir Üstadı Küll hükmüne geçmiş.
“Dost ve düşmanın ittifakıyla, ahlâkı hasenenin en yüksek derecesine
sahip olmuş, bidayeti emrinde [peygamberliğinin başlangıcında] bütün
dünyaya meydan okumuş. Her dakikada 100 milyondan ziyade insanların
virdi zebanı olan Kur’ânı Mu’cîzü’l Beyan’ı ziyade insanların virdi
zebanı olan Kur’ânı Mu’cizû’l Beyan’ı göstermiş bir zât, elbette o ferdi
mümtazdır, ondan başkası olamaz.
“Bu âlemin hem çekirdeği, hem meyvesi odur.”

Reklam
BU VİDEOYU SOSYAL MEDYA HESAPLARINDA PAYLAŞ
Yorum Yap

Bu site, istenmeyenleri azaltmak için Akismet kullanıyor. Yorum verilerinizin nasıl işlendiği hakkında daha fazla bilgi edinin.

Bu konuya henüz bir yorum yapılmadı.